15 Aralık 2013 Pazar

hüzün mâmâfih

Unutmak, ihanetin eşiğinden girerek, odasına yerleşmek ve oralarda uzun süre kalmak gibiydi. Unuturken neden üzülürdü insan, bilemiyorum. Ben ki sobalarında kömür yakan, kömürü yoksa iki üç sokak yukarıdaki tekstil atölyesinden aldığı çaputları yakan insanların sokağıydım, isliydim, kötü kokardım, daha fazla üzülebilmem mümkün müydü? Unutmak dört nala yoksulluğa koşmak, bahar günleri çiçekleri görememek, koku alamamak gibi bir şeydi.

Adını koyamadığım bir acının pençesinde can çekişiyordum, anlayamazdın, anlatamazdım. Ben yine kendimi suçluyordum. Bu havaları hep Lale Müldür dizeleriyle dolduruyordum; "limon kokulu yağmurlu kadınlar, unutuşun beyaz romansıyla ölüyordu". Yani yine karanlık odalar vardı, yani yine sigaralar. Yani pejmürde yani hüzün mâmâfih.

Yine de  "serçeler benim kalbimdir", toprak yuvamdır, sokaklar arkadaşım. Şimdi anlıyorum; unuturken insan hayallerine üzülürdü, uzansa dokunacakken yabancı olmaya üzülürdü... Kışın soba üstünde yakacağı portakal kabuklarına, soyduğu mandalinalara üzülürdü, gözlerinin içinde göremediği parıltılara, elini tutarken titremeyen yüreğine üzülürdü. (Düşünsene bir daha taş dahi atmayacaktı seninle.) Bunların hepsi bir "ben"di, ben en çok bana üzülüyordum. Çünkü diğerleri zamanla unutuluyordu. Çaresizliğimizdi bakî olan, insanın doğası gereği diye geçiştirilen kötülüklerdi, imkansızlıktı.

Belleğin müthiş bir oyunuydu bu. Bellek bu kez el ele tutuşulmayacak sokakları, birlikte atılamayacak taşları, zulme beraber öfkenlenmemeyi işliyordu sayfalarına. Toplumcu gerçekçi değildi. Ve kişi'ye yüklediğimiz anlamın kayboluşuydu.