Allahtan ve her türlü
merhametten uzak, şah damarın kadar yakın yoksunluk. Yaz günü
üst solunum yolu enfeksiyonu geçirmiş gibi, yutkunması zor
gerçekler.
Ne zaman buralara
geldiğimi bilmiyorum. Oysa kendimi aradığım, hakikati bulmaya
çalıştığım falan da yoktu. Yalnızca daha dingin olmak
istiyordum. Bir arsayı yol yapan, karşılıklı dizilmiş tahta
binaların pencerelerinden bağlanan, o çektikçe karşındakini
sana getiren çamaşır ipinde asılı bir kaç beyaz çamaşır gibi
dalgalanmak istiyordum sokaklarda. Ana eli değmiş gibi baba yolu
gözler gibi... Kendinden yalnızca bir yaş küçük kardeşinin
bebekmişçesine üstüne titremek, yıllar sonra gelen üç
yaşındaki kardeşin anası gibi olmak; bütün yeryüzü
kardeşlerime aynı itinayla sarılmak isterim.
Sırrın içinde sır,
hızır gibi, kuyudan çıkan yusuf kadar alçak gönüllü, kırklar
makamı kadar ulu, kırkların ceminde sonsuz olan üzüm tanesi
gibi; dünya hepimize yetebiliyordu. Kimdi bu dünyanın hızır
paşaları, muaviyeleri, soysuzları.
Yolu mu sevdim, yolculuğu
mu bir türlü karar veremedim. İş çıkış saati minibüsünden
sarkan yolcu gibiydim hayatta; düşme riski yüksek olsa bile
zorluyordum. Ve o halimle kulaklığım düşmüyordu kulağımdan,
herhalde düşmemem için moral olmaya çalışıyordu. Oysa çalan
şarkıların en umutlu yanlarında bile gözlerim dolabiliyordu. Hiç
bir zaman Amelie filmindeki gibi soft mutsuzluklar yaşayamacak
olmanın bilincinde, hiç bir zaman dünyayı kurtaran süper
kahraman olmayacağını bile bile yaşamak çok ağır geliyordu.
Hele ki hayal gücü iktidara diyen, tanımadığımız ama bize
soluk katan dostlar yitip giderken.
Ölüm çok garipti, hem
ondan olanca şiddetle kaçıp, hem onunla hem onu istemeyerek.
Öldürerek, tüketerek yaşamak; en büyük çelişki buydu belki
de. Neden orada olduğunuzu bilmediğiniz zamanlarda, sıcak bir yaz
akşamının tüyleri ürperten yalnızlığını hissedersiniz.
Alevler yükseliyor, gök
kuşakları eşlik ediyor, bir kaosun yüreğinden hürriyet
iniltileri yükseliyor. Tükenmiyorsun, bitmiyorsun, öfken patlıyor,
sığmıyorsun ama ölmüyorsun da.