30 Mayıs 2011 Pazartesi

lhasa vs asaf halet çelebi

çin kadar uzaklardan
can kadar yakından
sen bir masal kızısın
dün
çinden gelmiştin
bu gün
lizboa'dan

yüzünde tarçın kokusu
gözünde cîn
bir gün buradan gidersin
mariyya

can kadar yakın
çin kadar uzak
lizboa boyalı haritalarda kapanır

bir gün buradan gidersin
mariyya
aynalarda seni ararım
bu şehirde seni ararım
bu dünyada seni ararım
mariyyaaa



Λάσα Ντε Σέλα - Το Πουλί salamaki

18 Mayıs 2011 Çarşamba

İbrahim Kaypakkaya




"...binadan koşar adımlarla çıkan yarbay cipin yanına geldi. Ali Kaypakkaya'ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdiler. Bir koridordan geçtikten sonra yarbay, Ali Kaypakkaya'yı bir odaya aldı.

İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya'nın içi kararmış "İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan" diye düşünmeye başlamıştı.

Beyaz önlüklü adam, Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona "otur şuraya, buyur sigara yak..." demiş, paketinden sigara uzatmıştı.

Ali Kaypakkaya ne sigara aldı, ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı.

O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim komutanı korgeneral Şükrü Olcay, yanında bir albay, hastane müdürü ve bir-iki subayla içeri girdiler.

Şükrü Olcay yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya'yı süzdü, "sen İbrahim Kaypakkaya'nın babası mısın" diye sordu.

Ali Kaypakkaya "evet" diye yanıtladı onu.

Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle "bunu birdenbire söylemek olmaz, ama ben söyleyeceğim; İbrahim öldü...." dedi.
Ali Kaypakkaya'nın birden bütün kanı çekildi. "anlayamadım..." diye kekeledi.


"oğlun öldü diyorum" diye sözünü yineledi Şükrü Olcay.

Ali Kaypakkaya şaşkın ve birden bembeyaz olmuş yüzü altından "neden ölsün benim oğlum, ölmez o..." diye karşılık verince... "öldü diyorum, işte öldü o..." diye kesip attı Şükrü Olcay.

Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yandan yutkunuyor bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra cebinden mektubunu çıkarıp "işte yazdığı mektup beni çağırıyor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor" diye bağırmaya başlamıştı.

Şükrü Olcay "intihar etti, oğlun intihar etti..." diye bağırarak karşılık verdi ona. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yüreğini dışarıya vuruyordu: "hayır, hayır oğlum öldürüldü, oğlumu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz..."

Odadakilerden birisi "sus, yoksa haddini bildiririz" diye kesti Ali Kaypakkaya'nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona.

Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle "verin benim cenazemi, ifadeniz mi neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin..." dedi.

İlkin "vermeyeceğiz, biz gömeriz" dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya "cenazemi vermezseniz bir adım gitmem" diye diretti.

Şükrü Olcay bu sıra beyaz gömlekli adama dönerek "şuna su verin" dedi. Ali Kaypakkaya "suyunuzu falan istemiyorum, oğlumun cenazesini istiyorum, onu dişimi tırnağıma takıp büyüttüm, bir gecekondum var, şimdi onu satıp oğluma harcayacağım, köyüme götüreceğim..." diye karşılık verdi.

Şükrü Olcay çevresindekilere "muamelesini yapın" deyip döndü ve çıktı odadan...''

Nihat Behram

13 Mayıs 2011 Cuma

iş dönüşü lakırdıları

ben bir yalnızlığın üstüne bir yalnızlık daha ekleyerek ebedi bir mutsuzluğu mabed edinip saklanamam. benim mutlu olmayı en azından " deneyecek " kadar kadim umutlarım var. gahi ağlar, gahi gülerim, gahi ölür gahi yaşarım dünya bir şekilde devam eder. sokağa inecek olursak aslına bakarsanız " bazen intiharı düşünmüyor değilim fakat götüm yemiyor " diyebilirim

sabah 9 akşam 8 mesailer üstlensem de ve hatta uyuduğumla, uyandığım bir olsa da yılda birkaç kez seğiren gözlerim var. en azından görmeyi beceriyor diyebiliriz, asaf halet çelebi putları devirenin hesabını ibrahimden sorduğundan beri para gelir umuduyla avcumun içi kaşınıyor. ve fakat hep cepten yiyoruz.

kaçak gürcü kemıl baksı oldukça lezzetli, şiddetle tavsiye ederim. yaz günleri yaklaşıyor fakat na-ekseri soğuklar gidip geliyor. bu şehrin bu havalarına vurgunum zaten bir de tokat'a mayıs aylarında düşen dolulara. bir türlü vazgeçemedim evkaftaki memuriyetimden çünkü henüz edinemedim, gözlerimi kapadım istanbul'da orhan veli'nin gözlerimden öpmesini bekliyorum.

" dünya bize aynısını anlatacak " açın satırlarını tek tek okuyun, gerçek olduğunu göreceksiniz. " yeniden dönmek gerekiyor kalanın yanına, şarkı söylemek için. " eski sevgiliden kalma şairleri sevmek aslında eski sevgilileri hatırlatmıyor, insan kurtulduğuna sevinebiliyor. kurtulmak diyorum çünkü sevgililer insanı hapseder.

iş dönüşü lakırdısı bittiğine göre iyi geceler diler, gözlerinizden öperim.



Simge ormanından
sütun ormanından çölün
geçirip şiiri
bana geldikleri yer
benim çok yakınımdaydı her sefer
Sami Baydar

10 Mayıs 2011 Salı

gitmek





herşey gitmek için kurgulanmıştı, tüketmek için, bitirmek için, dibini kazıyana kadar, ölene kadar, nesli tükenene kadar.

insanın kaderi miydi bu ? ölmek için yaşamıyor muyduk zaten, terketmek için seviyor ve bütün bunların içinde hayatta kalmak için birşeyleri katletmiyor muyduk?

insanın toplamı yalnızlıktır, ölümdür, kederdir daha fazlası değil. gitmek zorundayım kendimin olmadığı heryere.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

ispanyol çarşıları



ispanyol çarşıları içinde unuttuk uzun soluklu kalkınma planlarımızı. biz ezilendik, biz fakirdik etkilemiyordu bizleri gayri safi milli hasılanın artması. bol acıtasyonlu fotograf sergilerine duygu oldu yüzlerimiz, şu entellerin soğukkanlılığı yüzümüze vuruyordu, burnumuz buz kesiyordu. oysa bizim can havliyle atılmış taşlarımız, yumruklarımız ve sloganlarımız vardı. bir ordu nizamında fakat candan bir tepki düşün ki hiyerarşi yok, komut yok, güdüm yok; savaş var!

yıllardır varolan bir savaşa yok diyerek ne değiştirebildiler bilmiyorum, içimizdeki savaşı unutmadık ama sokaktakini unuttuk, gözle gördüklerimizi yok saydık! oysa o değil miydi ki " yapan kadar gören de, görüp de söylemeyen de suçludur " diyen. nasıl güzel tanrılar büyüttük, nasıl güzel besledik onları. umutsuzluğumuz umut oldu onlara, dur diyen adil bir tanrı da çıkmadı ortaya!yediler hominigırtlak, savurdular hoyratça ve bilmeden, ve günü kurtarmak için biz besledik onları! bir patos makinası kadar aç gözlü, bir o kadar çaresiz, bir o kadar ellerimize mahkum! ama bilemedik, tanıyamadık içimizdeki yılanı.

gelmiş karşıma milliyetimi soruyorsun, var mıdır ki ezilenin milliyeti. tamam kabul ediyorum en alttaki değilim ama onun acısını paylaşıyorum. gündelik şakaya vuruşlarımızı unut gitsin, biz nasıl zımparalandığımızı biliyoruz. taş olsak suyumuzu çıkarırlardı ki övünürüz "taşı sıksak suyunu çıkarırız" yalan(!) suyumuzu çıkarıyorlar, akıtıyorlar kanımızı oluk oluk.

hadi buna cinayet demiyelim, katliam dersek daha mı sosyal olur? düşün ki bir toplum bölük bölük ölü çocuklar doğuruyor, düşük yapıyor! iç kanamalar, kistler, miyonlar, çibanlar...

bir yanlışım dünyada, en az senin kadar* belki de daha fazlası. hadi ben öldüm diyelim, hadi sen öldün diyelim konuşuyor bu ölüler, direnebilir bu ölüler.

içimizdeki mermileri bir bir çıkarmanın zamanı gelmedi mi? açıktan konuşmak gerekir, dünya hergün kirlenir, görünmez bir el kirletir ve senin temizlemen gerekir. milyon yıldır temizlemiyorsun, milyon yıl da öl bakalım!

ispanyol çarşıları içinde unuttuk uzun soluklu kurtuluşları, kendi sokağımıza gelince hatırladık sokakların kana bulandığını. bir taşı aldık, içini oyduk bir dünya büyüttük bir noktadan fırlattık! tanrı bile şaşırdı yaptığımıza, çılgın projesi olan big bang çürümüştü artık çünkü ölmüştü tanrı da korkularıyla.