15 Aralık 2013 Pazar

hüzün mâmâfih

Unutmak, ihanetin eşiğinden girerek, odasına yerleşmek ve oralarda uzun süre kalmak gibiydi. Unuturken neden üzülürdü insan, bilemiyorum. Ben ki sobalarında kömür yakan, kömürü yoksa iki üç sokak yukarıdaki tekstil atölyesinden aldığı çaputları yakan insanların sokağıydım, isliydim, kötü kokardım, daha fazla üzülebilmem mümkün müydü? Unutmak dört nala yoksulluğa koşmak, bahar günleri çiçekleri görememek, koku alamamak gibi bir şeydi.

Adını koyamadığım bir acının pençesinde can çekişiyordum, anlayamazdın, anlatamazdım. Ben yine kendimi suçluyordum. Bu havaları hep Lale Müldür dizeleriyle dolduruyordum; "limon kokulu yağmurlu kadınlar, unutuşun beyaz romansıyla ölüyordu". Yani yine karanlık odalar vardı, yani yine sigaralar. Yani pejmürde yani hüzün mâmâfih.

Yine de  "serçeler benim kalbimdir", toprak yuvamdır, sokaklar arkadaşım. Şimdi anlıyorum; unuturken insan hayallerine üzülürdü, uzansa dokunacakken yabancı olmaya üzülürdü... Kışın soba üstünde yakacağı portakal kabuklarına, soyduğu mandalinalara üzülürdü, gözlerinin içinde göremediği parıltılara, elini tutarken titremeyen yüreğine üzülürdü. (Düşünsene bir daha taş dahi atmayacaktı seninle.) Bunların hepsi bir "ben"di, ben en çok bana üzülüyordum. Çünkü diğerleri zamanla unutuluyordu. Çaresizliğimizdi bakî olan, insanın doğası gereği diye geçiştirilen kötülüklerdi, imkansızlıktı.

Belleğin müthiş bir oyunuydu bu. Bellek bu kez el ele tutuşulmayacak sokakları, birlikte atılamayacak taşları, zulme beraber öfkenlenmemeyi işliyordu sayfalarına. Toplumcu gerçekçi değildi. Ve kişi'ye yüklediğimiz anlamın kayboluşuydu.


29 Kasım 2013 Cuma

kahramana dair

tanıdığım en güzel gülüştün, dudaklarının kıvrımları neşeli şarkılar söylüyordu. yabancı olduğum, bilmediğim diyarlarda gezerken, beklemediğim bir anda karşıma çıkan bir tanıdık gibiydin; en bulunmazından nimettin.

üzmezçiçekleri açmıştı gözlerinde, kanatlarında kekik taşıyan kuşlar vardı. gelecek güzel günlerin habercisiydin, takla atan kuşların sevinciydin.

seni düşündüğüm zamanlarda, şeker portakalını okumanın hazzını, zeze'nin mutsuzluğunu ve mutluluğu buluşunu hissediyordum. arka bahçeme ölmeyeninden şeker portakalları dikiyordum, duvarlarını resimlerle donatıyordum, bir bahar meltemiydin, gözlerimi kapayıp öylece kalmak istiyordum.

iki tarafı ayçiçek tarlası olan toprak bir yolda yürümek gibiydi seni düşünmek. şehre müptezelken, kıra duyulan hasrettin, sonbahar yağmurlarıydın. niksar'da, köyümüzde bir bahar yağmuruydun ki toprak kokardın, yeşil kokardın.

sen, bilinmez bir yolda susuz-ekmeksiz yürünebilensin. kani olmaksın, bir parmak dokunuşuyla eritebilensin, yaratabilensin, üzebilen, güldürebilensin.en güzel uykusun, bir güzel ıtırsın, rüzgarla yüzüme çarpansın. bir güzel düşsün, bir güzel ümitsin.

bunun farkında değilsin.

27 Ekim 2013 Pazar

Kasım'a giden bir tuhaf gece

Evimin bütün odalarında sigara içmiştim; sırayla her birini kullanmıştım. Müthiş bir özgürlüktü bu. Ayaklarım yalın dolaşıyordum, üşüryordular üşüdükçe de çorap giymiyordum. Evimin bütün camlarını açmıştım, her tarafını silip halılar sermiştim.

Ben sana bir şeyler yapıyor, ben seni düşünüyor ve senin için senden uzak durmaya çalışıyordum. Hayır bu bir fedakârlık değildi, gurur hiç değildi ben seni giderek sevebiliyordum. İnan sevdanın muhasebesini yapacak, beni şu kadar aradı bu kadar ilgi göstermeliyim diyecek biri değilim. İçimden sıcak ırmaklar aktıkça, buz gibi çöküyordu insanlar yüreğime. Deneme-yanılma, korunma-fayda sağlama çağıydı. Bazen şöyle kocaman bi' SİKTİR GİT diyesim geliyordu, dışarıya göründüğüme inat içim geçkinceydi. Naifliğimden değil, zayıflığımdan bi' türlü o siktiri çekemiyordum.

Sonra gittim çay demledim, kabuk tarcın, iki tomurcuk karanfil, çayın içine de biraz bergamot kattım; fena da olmadı içtim. Üstüne bir de sigara yaktım. Takribi olarak iki haftadır doğru düzgün uyuyamıyor, uyusam dahi en az 3-4 kez kalkıyordum. Üzmezçiçeği arıyordum, fesleğenlerimin adını üzmez koydum. Birkaç gün sonra öldüklerini gördüm. İçim soğudukça çiçeklerim ölüyordu, uyuyamadıkça göz çukurlarım derinleşiyordu. Oysa ben de Pisa kulesini taşıyormuş açılı fotograflar çekip eğlenmek isterdim; sadece susarak özlüyordum ama Ahmet Aslan gibi değil.

Ve sonra saksafon sesiyle karışık bir elektro gitar solosu yükseliyordu.

"Batı ghettolarından doğuya bir çığlık halinde
 çılgın hüzünlü"

Şairleri taklit etmekten çekinmiyor, düzenli olarak intihal yapıyorum. Vallahi sevdiğimden, kendileriyle bir sorunum yok. Gecelerin uzadığı, dertlerin yoğunlaştığı, insanların inandırıcılığını yitirdiği bir tuhaf mevsimdeyiz. Rüzgarlar yağmurla birleşip perdeleri dışarı çekerek ıslatacak, yağmur ve kar birleşip hunharca üstümüze gelecek benim gibi depresif romantikler de bazen donsa bile cıbır ayakla gezmeye devam edecek.

Kimseye samimiyetimi kanıtlayacak gücüm yok anlıyor musun beni?

19 Ekim 2013 Cumartesi

Arayış

yalnız kalmak istememenin türlü, haklı nedenleri vardı. beynime üşüşen düşünceleri kovmak adına insanların arasına karışıyordum. hayatı anlamayı, gereklerini araştırmayı ve mutluluğa erişmeyi çoktan gayelerim arasından çıkarmıştım. insan ne ile yaşarı arıyordum, yaşamaktı amacım; nasıl olduğu önemli değil.

bir yaşamı sürdürülebilir kılmanın ve huzuru tesis etmenin yollarını arıyordum. kimi zaman aşktı adı kimi zaman zihin dinginliği. yılların bindirilmiş kıtalar halinde üstüme gelişi henüz çeyrek asrı görmememe rağmen ciddi derecede hissediliyordu. insanı en çok harap edenin karmaşık duygular ve gri olduğunu henüz anlamıştım. hikayeler kurmaya çabalıyor ve kendimce eğleniyordum yine de yalnızlık kendini hissettirmekten bir nebze olsa bile vazgeçmiyordu. yanımda kalansa şarkıydı, şiirdi, hikayeydi.

13 Ekim 2013 Pazar

donukluğun tiradı

Acının en hafif halindeyim -tiksintiye dönüşen ve zarar vermeyen tarafından- kutsanmış bir acı bu. Akşamın derin seslerini arayacak, bunlara anlam verecek gücüm yok. Ümitsizliğe, yılgınlığa yer yok ama dövüşmeye de tenezzül etmiyorum. Zihnim bir piyanonun üstünde dans edercesine coşkulu biçimlerde eğleniyor. Sözleri ve onların derin manâlarını çözmeye gerek var mı?

Cemal Süreya en çok bu kadar oturabilirdi; "hayat kısa, kuşlar uçuyor". İnsanın kendinden menkul erdemleri yoksa yaşamının da bir derinliği yoktur. Saydam olmayan ancak sanal kabul edilebilecek iç içe geçmiş evrenlerin içindeyim. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi bilmiyorum ama durmuyor delicesine koşuyorum. Şaşkın ördek gibi gezişimin nedeni belki de budur. Yaşamın bir derin sırrının olduğunu düşünmüyorum; her şey çok düz, çok sığ.

Elbette gülistana doğmadık, gülistanda yaşamadık, gülistanda ölmeyeceğiz ancak neden güllere düşman olalım? Belki de oldurulmaları yeterlidir, kün diyen biri tarafından.

8 Ağustos 2013 Perşembe

4 tanesi 1 lira

Bayram günlerinde kendini ebleh hissedenlerdenim ama buna dair bir şeyler söylemeyeceğim. Bunu size sıradan bir bayram gününden yazıyorum.

Sessiz mutsuzluklar vardır, kabullenmişsindir artık durumu ve bu ilk zamanlardaki kadar derinden üzmez seni. İnsan alışır, ara sıra bu mutsuzluğa neden olan şeyler akla gelir, yürek cızlar sonra normale dönersin. Baya baya normalleşir durumun, depremle yaşamaya alışan ancak deprem olduğunda panik yapan, sıradanlaşmış hallerle birlikte az biraz da obsesyonu olan birine dönüşürsün. Bazen aşk gibi biraz mutluluk verebilecek şeylerin peşine takılırsın, ilk zamanlar mutlu gibi olursun çünkü umut vardır içinde. Sonrası yine hüsran.

Ve farkedersin, kimsenin hayatında yer etmemişsindir, kimsede bir iz bırakmamışsındır, duygularını bozuk para gibi harcamışlardır keza seni de. Hatta belki de o kadar bile değeri yoktur. Arabesk durabilir hatta en klişesinden de olabilir bu söylediklerim ama insanlar birine kıyamazken seni çok rahat harcayabilir. Hayatın cilvesinden midir, kaderin sillesinden midir bilinmez nerden düştüğün belirsiz bir boşlukta debelenip durursun. Kimsenin biriciği olmamışsındır, kimse bıraktığın acıdan ötürü "o" demez sana ya da kimseyi pek de öyle mutlu etmemişsindir. Öyledir işte sıradan olmamak adına çırpınırken sıradan, pazardan 4 tanesi 1 liraya alınmış temizlik bezi gibisindir. Hiç bir zaman sukoçbırayt ya da vileda olamazsın çünkü insanlar sana geldikleri zaman duygularını, dar gelirli bir ailenin kısmıklığıyla vermeye başlarlar. Sen kendini ne kadar seversen sev, ne kadar yüceltirsen yücelt 4 tanesi 1 liraya satın alınmış çabucak kullanılıp atılabilen, vazgeçilebilen basit bir beze dönüşürsün. Gerçekten öyle olduğun için değil ama ne için olduğunu da bildiğimi sanmıyorum.

İşte öyle mutsuzluğuna, stabilliğine ya da kötü geçeceğini kabullendiğin haline geldiğinde dank eder aslında ucuz bir bez parçası gibi görüldüğün. Senin yerin daima semt pazarlarıdır, Migros'larda işin yok.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim

Ramazan davulcusu gümbürtüsüyle çekip gitmişti, sahurlar yapılmış, ışıklar söndürülmüş ve binalarla birlikte sokak ıssız bir karanlığa gömülmüştü. Kısık ışıklarıyla kimi yerleri aldınlatıyordu, sokak lambaları ama karanlık hakimdi... Kısık ışıklar Fransız balkonlu, sıvasız evlere göz kırpıyordu. Bahçeli evimizin, ağaçlarla kaplı kısmı derin bir yusuf çukuruydu; sanki o çukurun içinde ıpıssızdım. Günlerdir aç susuzdum, gözlerim yusuf çukuruydu artık yaşlar bile uğramıyordu.

Davul sesinden hep korkmuşumdur, bir kaç saat sonra ezan sesi de ekleniyordu üstüne bu karanlığı gündüze bağlayan bir işaret olsa da ürkmemi engellemiyordu. Yüreğimdeki bir takım acılarla baş başa kalamıyordum, türkülerin tesiri azalmış, sigara etkisiz hale gelmişti. Gelmiyordu içimden hüzünlenmek bile.(E.C.) Allah'tan feedback alamayan bir kuldum adeta; dualarım boşuna çıkıyordu. İsyan etsem müşrik oluyordum bir türlü sağlam bir irtibat kuramamıştık onu da boş verdim.

Hayattan beklenti içinde olamamak gibi bir huy edinme kararı aldım, midem gurulduyordu ama aç da değildim. Bolca melankolik ve romantik başladığım her iş tam tersine dönüşüyordu ve bir kara komedi oluyordu. Gönlümle konuşmanın yollarını arıyordum, Ali Ekber Çiçek geldi aklıma açtım en güzel söylediği türküyü, dinledim. O bittikçe ben başa sarıyordum, ben sardıkça o da bitiyordu. Her gece erkenden yatma kararı alıyordum, acılarımın üstüne bolca özkaynak soda içiyordum, yeşil çayı ekliyordum olmuyordu. Yürek dediğin başka bir şeyden yapılmaydı, kimyası ve biyolojisi somut değildi metafizik bir şeydi.

İnsanların hepsini sevemiyordum ey insanlık tarihi. İnsanları neden severiz ki? Nasıl severiz? Kendi çapımızca işte. Kendi çapımızda hüzünlerimiz, yaşamlarımız ve gerçeklerimiz vardı. Fazlasına da ne zihin ve de enerji. Hepimiz kendi dünyamızın baş kahramanıydık, varlığı-yokluğu belli olmayan insanlar bile öyleydi. Biliyor musunuz, bazı insanların gereksiz yere yaşadığını düşünüyorum ve onlara harcanan her türlü şeyin de israf olduğunu.

Sokakta araç sesleri duyulmaya başlamıştı, gündüz kendini kabullendirmeye başlamıştı. Kabullenmemek gibi başka bir yolumuz da yoktu. Aslında fena olmazdı istediğimiz vakit istediğimiz saat dilimini yaşasak. Ama bu biraz karmaşık olurdu sanki. Kendi çapımda saçmaladım yine. Neyse iyi geceler...






23 Temmuz 2013 Salı

Didem Madak'a

Dertlerimi çamaşırlarla birlikte balkondaki ipe astım
düşündüm, mutsuz olmak kolaydı
oldukça da meşru
bazen yastıklara sarılıp ağlamak geliyor içimden
sonra hayal kurmaya başlıyorum
öyle yeşilçam hüznü değil
tamamiyle varoş, oldukça durağan
güneş kuruttu dertlerimi
ara sıra bakıp hüzünlendim
ama biliyordum çok mutlu olamasak da
hayat bir yanıyla güzeldi.

Didem olsaydı anlardı beni,
zaten anlatarak gitmişti
anlatarak ölmüştü.


21 Temmuz 2013 Pazar

neydi adın


içimdeki acı ve mutsuzluğu ifade edecek, sağa sola saçacak en acıklı şarkıydı adın. mutsuz olmak için çok geçerli sebeplerim vardı. yaylanın serinine çıktım, olmadı, ovanın sıcağında bunaldım, kaybolmadım.

tarhana ve gül burnu mevsimiydi adın, hazan günlerini getiren tatlı bir telaştın. soğuk bir kışa hazırlanıyorduk, oyunu bozup güneye kaçtın. ve neye elimi uzatsam, elimde sapı kalıyordu. bahtsızdım... varsa bile bedbahttım.

bir çok şarkının harmanıydın, dans da ediyorduk ve durmadan mutsuzduk. insan içinde ağlamayacak, üzülmeyecek kadar gururluydum, çikolatayı katık edip şekersiz çayla yutkundum. bilmediğin şeyler vardı, bir çok erkeğin asla bilemeyeceği şeyler... şehirli, şiirseven, yalnız olduğu kadar kış zamanları çetik giyen bir kadını anlayabilmek elbette güçtür, anlarım.

bir semaverin, minik musluğundan, adabınca demli bir çay koydum. gökyüzünün kirişlerini saydım, ay'ın sivriliğini hesapladım ve muhtemelen bana bir kaç milyon ışık yılı uzaktın. rakı içerken güzeldim buna hiç şahit olmadın. bir de açık hava hüznüm vardı onu da köyde bıraktım.

domates yetiştirebilmenin, huzuru tesis etmenin ve kendimi anlamanın sırrını aradım. sevginin emek olmadığını kabul edebilecek kadar kırılmıştım. eski bir nofrost olmayan buzdolabının cinnetine uyandım, güzel sabahlara şahit olmadım. dahası mutlu olmayacak gibiydim, bir kaç şiir okudum, mutsuzluktaki yerimi sağlama aldım.

yazılmış en acıklı dizeydi adın.

28 Mart 2013 Perşembe

fesleğen düşü

26 Mart 2013

Hengameli ve bol kazalı yolculuğun son ayağı başlamak üzereydi, bir değişiklik olsun diye Karaköy otobüs durağında inip Galata Köprüsü üzerinden Eminönü'ne doğru yürüyecekti... Hava bahara özgü taze, güneşli ama soğuktu, ellerini cebine attı ah bir de sigarayı bırakmasaydı! Köprünün sağ tarafına dizilen oltalı minik ilahlar, kovalarda can çekişen balıklar, kafasında bir takım anılar...

Hayatının ilk üç yılı Kumkapı'nın arka tarafında Laleli'nin aşağısında kalan tahta binaların hüküm sürdüğü bir sokakta geçmişti. Evet biliyordu insanın o ilk üç yılı hatırlaması, hatrında tutması imkansıza yakın bir şeydi. Ama o bazı kareler hatırlıyordu... Oturdukları tahta binada bazen annesi dışarıdan gelirken şekerli saat alırdı, bazen babası dondurma getirirdi bir de mor üstüne çeşitli renklerde kalpler yerleştirilmiş, fabrikasyon kazak ve etek takımı vardı. O elbiseyi giyip ip atladığı kare asla zihninden gitmiyordu. Oturdukları sokakta Ermeni komşuları vardı ve annesinin anlattıklarına göre epeyce yardımları dokunmuştu, ilk evlilik zamanlarında. Sokağında çoğunda Ermeniler vardı ve zaten o tahta binalar Ermeni evleriydi. Bazısı zorla göç ettirilmiş ailelerden kalma, bazı satın alınma, birkaçı beton arme... Onca Ermeni komşudan aklında yalnızca Makri teyze kalmıştı belki de annesi çok bahsettiği için olabilirdi. Galata köprüsünün üstünde yürürken bunları düşünüyor ve soğuk havayı derince içine çekiyor, minik adımlarla devam ediyordu. Bir yandan da düşünüyordu buralar hiç de eskisi gibi değildi. Kendisi de eskisi gibi değildi ki zaten hesap soracak, kendini haklı çıkarak neden bulamadı çünkü zaman herşeyi değiştiriyordu. Zamanın kendisi değildi değiştiren, bazı bir takım sevmediğimiz gerçekliklerdi. Onları hiç anmak istemedi. Birden anılarına tekrar döndü...

Onların  evi tam köşede sokağın başındaydı, daha evvel tam karşıdaki iki katlı tahta binada oturmuşlardı. Sokak yukarı doğru kıvrılıyordu ve oval bir köşeyle başka bir sokağa L biçiminde bağlanıyordu. Sokağın L'ye döndüğü köşede bir ev vardı ve o evde ilk arkadaşı Tuğba'lar oturuyordu. Onla ilgili hatırlayabildiği tek şey ismiydi, çok sonradan Yeşim isminde bir süt kardeşi olduğunu da öğrenecekti. Yıllar geçip çok şey birikmişti elbette, o biriken şeylerin bazılarını yeni anımsıyor ve şaşırıyor bazılarınaysa o kadar alışkındı ki,  bir dostmuşçasına sarılıyordu onlara. Tabi belli bir süre sonra taşındılar, oraları terkettiler, köyvari bir yere yerleştiler. Belki de ait oldukları yer orası değildi ama gitmişlerdi. İşte o bu taşınma hadisesini hiç hatırlamıyordu. Yalnızca yeni evlerindeki mutfak tezgahındaki pembe tabaklığı hatıralayabiliyordu bir de sıcak bir yaz sonunu olduğunu, hepsi bu kadar. Sekiz yaşındayken bir yaz üç ay süreyle kalmaya tekrar gidecekti o binaya o sekiz yaşının çocukluğuyla oraların ne kadar değiştiğini kavramayacaktı belki ama bu sefer yeşil kiloş eteğiyle tanımadığı bir dünyayla tanışacaktı. Bir işçinin kızı olmak cebindeydi, bir de esnaf kızı oluyordu ama bundan haberi yoktu...

O yaz kalbi ilk defa kıpırdamıştı, bir rus çocuğun bisikletle geçerken onu gözetlediğini, yanına gelmeye çalışmalarını görecekti. Utanmakla karışık değişik bir his duyacaktı. Sonra o bisikletli çocuğun geldiği yönde eski bir cami vardı ve o caminin küçük bir havuzu... O zamanlar camileri şaklabanlar ve dilenciler basmamıştı. Gerçekten işlevini görüyordu cami bir de çocukları sevindiriyordu. Çünkü o küçük havuzun içinde çeşitli renkli balıklar vardı ve bu balıklar sağa sola yüzüp duruyorlardı. Onları izlemek ne büyük bir mutluluktu kimse anlayamaz bir çocuktan başka. O sıralar cami hocası da iyi bir adamdı çocukları çok seviyordu, güzel bir dünya gibiydi orası ya da zihninde o kadar kutsallaştırmıştı ki farkında değildi. Çünkü çocukluk çok temizdir, en azından aklımızda öyle kalır, yediğimiz dayakları hatırlamayız bile. Ama bazen bisiklet sürerken düşüp yaraladığımız diz kapaklarımızda kalan izler öyle acımasızca çarpar ki, o küçük mutluluk günlerini özler hüngür hüngür ağlarsınız. Bunları düşündü Karaköy'den Eminönü'ne giderken, aklına bir de babasının Sultanahmet Sedef Büfe'de yedirdiği goralılar gelmişti Kumkapı'yı gezmek şart olmuştu.



27 Mart 2013

Otobüsten indi yağmur yağıyordu, inmeden önce yavaş yürüyüp ıslanmakta kararlıydı yaptı da. Yol boyunca dinlediği şarkılar onu epey duygulandırmıştı. Ayakta kaldığı için yarım saatlik yolculuk boyunca bir yere tutunup ayakta durmaya çalıştığı için kolu da hayli yorulmuştu, hasta olacak gibiydi burnunu çekip duruyordu, elleri üşüyordu.

Otobüsten inmeden önce aldığı kararı gerçekleştirdi, şiddetle yağan yağmurun altında yavaş yavaş yürüdü. Anladı ki hayat müziksiz, edebiyatsız ve çikolatasız geçmezdi. Öteki türlüsü azaptı. Yani insan aç olmadığı zaman başka arzular büyütüyor aşk gibi ondan da yoksun olunca şarkılara, şiirlere falan sarılıyor. Geceleri uyumayı sevmiyor zaten gündüzleri de uyuyamıyor.

Alabildiğine ıslandı, yeni diktiği çiçeklerini, onların büyüyeceğini düşünüp gülümsedi. Gerçekten hayat şarkısız, şiirsiz düşünülemezdi; o ikisi birbirinden ayrılamazdı da ayırmasınlardı. Uzaklara daldı...



23 Mart 2013 Cumartesi

Memur


Basit bir memur olmak istiyordu yalnızca oysa 21. yüzyılda basit bir memur olabilmek bile hayli meşakatli bir işti. Kaldı ki memur olsa dahi çoğu zaman parası da yetmeyebilirdi hem biliyordu ki memur olsa dahi istediği o küçük dünyasına kapanamayacaktı. Her zaman onu o dünyadan, birileri yaka paça çıkarıp gerçek dünyanın o acımasız, acı verici ve renksiz dünyasına atacaktı, o da itiraz etmeden dalmak zorunda kalacaktı. Evet biliyordu sokaktaki çocukları, dayak yiyen, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınları, açları, yoksulları ve daha nicelerini biliyordu, üzülüyordu, kendince çaba da sarfediyordu topluca kurtulmaya ama; o içindeki güvende olma, kabuğuna kapanma isteği hayallerinden asla ayrılmıyordu. Dedim ya üstelik çok iyi biliyordu asla hayalindeki o sessiz, huzurlu hayata erişemeyeceğini.

Hayatta çok az da olsa temiz insanlar vardı, temiz dünyaları olan o insanlar hayatımızın herhangi yerinde herhangi önemsiz birşey gibi duruyordu. Neden bu adar aldırış etmiyordu onlara o da bilmiyordu. Ancak bu insanlar bazen tahammül edilemeyecek kadar zamansız dalıyorlardı hayatının bazı kesitlerine, kızıyor rahatsız oluyor ama bunu asla belli etmiyordu. Bu bir iç düşünceydi bunu yazarken şimdi usulca kanatlanıp gidiyordu...

Memur olmak istiyordu; belki çok sevdiği, hayalindeki erkeği şekillendirdiği, çok fazla yakışıklı olmayan ama mazide olmanın verdiği sıcaklıkla yüreği dolduran Dostoyevski romanlarındaki adamlar gibi. Küçük bir evi olacak, belki cuma ve cumartesi geceleri birkaç duble içecek, o dublelerle birlikte şiirler okuyacak, şarkılar dinleyecek ve içlenecekti. İçinde bir yerde hep yalnız, mutsuz bir şeyler olacaktı bunu kabullenmişti ama yine de bugünden, zorundalıktan kurtulmak, kendi dünyasına kapanmak istiyordu. Babasız küçük bir kız ürkekliği ve ayakta kalma hırsıyla devam etmeliydi, neden böyle düşünüyordu bilmiyordu. Çünkü onu seven, başkalarının diline düşürmeyen, her ne kadar biraz öfkeli olsa da iyi bir babası vardı. Belki sorun da burdaydı babasıyla, yaşantısıyla ve diğer bir çok şeyle derdi neydi, neyi neden istemiyordu bilmiyordu. Tek istediği en az beş gün yatıp uyumak ve birşeylerden uzak olmaktı. Bunun olmayacağını biliyordu, hareketlenmek istedikçe müzmin bir hantallığa doğru yayılıyordu, ruhani bir buhrandı bu; dünyayı yakmak gerekiyordu.

Memur olsa da dünyada birşey değişmeyecekti, belki de şikayetçi olduğu herşey baki kalacaktı. Ama o bitter çikolatalarıyla, bazen içtiği içkilerle, bolca okuduğu kitaplarla ve bolca izlediği filmlerle tek başına mutlu olmanın yolunu bulacağını sanıyordu. Mutlu demeyelim de en azından sakin... Oysa memur bile olamayacaktı belki de, devlet denen haşmetli, sermaye denen gafleti caiz, şiddeti caiz, adaleti münferit şeyler onu köşeye sıkıştırdıkça sıkıştıracaktı. Üstelik hayatının hiçbir yerine aşk iliştirmeden, hep yalnız kalarak, hep onu sevenlerden kaçarak...

Hep de bir sayfayı bulamayan hikayeler yazıyordu, mütemadiyen bıkkın ve mütemadiyen tahammülsüz...


5 Ocak 2013 Cumartesi

yarim yokluğunda

yarim yokluğunda; 

bir litrelik coca cola şişelerine doldurulmuş onlarca litre su tükettim, kabak çekirdeğiyle haşır neşir oldum, rulo rulo tuvalet kağıdı harcadım, bir sürü kitap okudum entellikten ödün vermemek adına. bir sürü film izledim gittin gideli, seda ile torium'dan çıkmaz olduk, çantamı koluma taktım avm kızı oldum, sağa sola kısmet baktım.

yarim yokluğunda; 

gül kokulu tesbihimi kokladım her ne kadar allahı akla getirse de, renk renk oje sürdüm mekruh olsa da, taksime gittim, kardeşimle sevgilisine yancı oldum, gahi orda gahi burda göründüm. mahalledeki çoluk çocuğa babamın toptancıdan aldığı şekerlerden dağıttım, kulaklığımın bozuk olmayan sağ tarafını da bozdum.

yarim yokluğunda; 

bir sürü çöp biriktirmişim odamdaki çöp kovasında, bir şeyler yazıp yazıp silmişim, gece üçte uyumayı huy edinmişim, fesatlıktan her gördüğüm çiftle dalga geçmişim farkında olmadan. yer yer anama babama ergen atarları yapmışım, bazen eve geç gelmişim, eşle dostla görüşmüşüm. işten atılmış işe geri alınmışım sonra, garip garip sevinmişim.

yarim yokluğunda; 

kyk kredisine başvurmuştum, ayın sekizinde alacakmışım. alacağım bir miktar parayla dünyayı satın alacağımı sanıyorum para bitince asıl mesele başlayacak. gördüğün üzere geçim sıkıntım baki kalmış yokluğunda. yokluğunda nevayi çeşit toplu taşıma aracını talan etmişim, kadıköye vapurla geçerken martılara atılan simitleri kapmışım, tramvayda insan ezmişim,  hunhar metrobüslerin azılı şirreti olmuşum, minibüs şoförlerine "sağa çek kaptan", "yol ağzında inecek var hacım" şeklinde hitaplarda bulunmuşum.

yarim yokluğunda; 

otobüs edebiyatı diye bir feysbuk sayfası açmışım, yolculuk anılarımı yığmışım oraya. şu günlerde baharla birlikte yeni bir blog konsepti arar olmuşum, finallerim yaklaşmış hala doğru düzgün planı oturtamamışım. yokluğunda alesten seksen bir almış hedefime ulaşamamışım ulan başlarım böyle kadere de akademiye de deyip gidip ne iş olsa yaparcı ya da memur rahatlığına öykünücü olmuşum.

yarim yokluğunda; 

sayfa sayfa blog yazdım, bir sürü profil futrafı değiştirdim, bir sürü insana profil futrafı çektim, yeni fingirdeme çabalarına atıldım. eşten dosttan vodafone freezone kampanyası istedim, yüzsüzlüğüm yetmedi kahve dünyası bir alana bir bedava kampanyası kovaladım, onlarca farklı şarkı ve türkü dinledim. bu da yetmedi eski solcu oldum, bir ara dine döndüm sonra anarşist oldum.

yarim yokluğunda; 

birçok şey oldu, aslında yokluğunun bir anlamı yoktu, sadece yoktun. ve bu, yaşadığım birşeyler, tarihsel bir döneme ayırmam açısından faydalı oldu. yokluğunda iki çift çorap ve üstüne patik giydim malum havalar soğudu. akgün akovanın dediği gibi "sana kuşlu hırka ördüm" diyemem ama ahmet kayadan "sana boncuktan kuş yaptım konacak pencerene" dizelerini tekrarladım. ara sıra şair oldum, kimi zaman derbeder oldum. itiraf edeyim müslüm gürses'ten ferdi tayfur'a onlarca arabesk şarkıcıyı dinledim.

yarim yokluğunda; 

düğünlerde straplez giyip halay çeken kızları düşündüm, mantar topuk ayakkabını içine beyaz çorap giyenleri. gözlerinin futrafını çeken kızları "ontolojik kezban" olarak kavramlaştırdım. arada sert kahveler içerek ağzımın dadını bozdum, müge anlı ve su gibi izledim. su gibideki birgülü düşündüm sonra aklıma rakçı serpil geldi ondan da vazgeçtim. bu paragrafla ilgisi yok ama bol bol arkadaş zekai okudum. özellikle şu dizeleri hep gözlerimi doldurdu:

"günler sarmal bir yay gibi bunu unutma
bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir bunu unutma
seni ben her yerinden öperim beni unutma"

yarim yokluğunda; 
 
duygularım kabız oldu, sinameki kaynatıp kaynatıp içtim, bir zaman ağladım çok zaman güldüm. sonuç olarak ben "serseri ruhlu ve asi biriydim" üzerdim seni, iyi ki gittin.