21 Aralık 2012 Cuma

baba


Ben küçükken babamı çok severdim, dünyanın en büyük adamıydı, allahı bilmezden allahtı, bana getirdiği matbaa kağıdına sarılı oyuncak bebeğin hatrı hiç mi hiç gitmeyecek, eksilmeyecek… Onun emeklerini ödeyemem martavalları okuyacak değilim elbette ki babadır doğurdu büyütecek. Beni asıl ilgilendiren ve kimseye anlatamadığım ve asla tam anlamıyla ifade edemeyeceğim kısmı ondan nefret ettiğim kadar onu çok seviyor oluşumdur.

Ben büyüdükçe babamın o mutlak hakimiyeti, içimi kaplayışı, ruhumu sarışı siliniyordu. Gittikçe güçsüz, yorgun ve kalbi taşlaşmış bir adamla tanışıyordum. Bu adam benim en değerlim, hayatımdaki en büyük insanımdı. Ona yaklaşmaya korkuyordum ama bu korkuya rağmen muhteşem bir de sevgi besliyordum inanın bunu anlatması o kadar güç ki. Mesela bir gece ranzamda uyurken birden burnumda bir öpücük hissetmiştim, mahsus gözlerimi açmamış ve gitmesini beklemiştim. İstediğim zaman sarılıp öpemediğim, bana sarılmayan ama beni sevdiğini bildiğim adam tüm masumiyeti ve sevgisiyle burnumdan öpmüştü. Aman tanrım bu nasıl büyük bir mutluluktu anlatamam. Sonra ben küçükken, çok küçükken “Süper Baba” dizisi vardı ve onun o hiçbir zaman canımı sıkmayan melodisinde o küçük halimle defalarca ağladığımı hatırlarım. Ağlamamın sebebi bana bu kadar yakınken bir o kadar da uzak olan babama özlemimdi. Topkapı’daki işyerine Esenyurt’tan 16 sene gidip gelen bu adamdı, bel fıtıklarına, ağrılarına, yüreğindeki yaralara rağmen asla bizi gözünden ayırmayan bu adamdı. Her kadının babasıyla ilgili çok güzel düşleri, anıları ve nice şeyleri vardır. O kadar doğaldır aslında ama ifade etmesi güçtür. Her ne kadar bana İstanbul hikayeleri, balıklı bir dünya vermemiş olsa da 2 yaşındayken beni Veliefendi’de kaybedişi, 5 yaşındayken aldığı deniz subayı elbisesi, şu matbaa kağıdına sarılı bebekler, bayram önceleri Sümerbank’a götürüp kardeşimle beni giydirişi hatrımdan asla silinmeyecek güzel hikayeler.

Sevgisiz geçen bir çocukluğun, itilmenin, kakılmanın, çalışmanın ve daha birçok şeyin gölgesinde kalmış bir çocuğun, bir adamın ve en önemlisi eskide kalmış, sevgiyi özlemiş kocaman yürekli bir babanın kızıyım. Onun tüm kabalıklarına, ruhumu incitmesine ve hatta beni defalarca dövmesine rağmen hatta ondan nefret etmeme rağmen onu çok seviyorum. Kulağıma fısıldadığı ninnileri, hikayeleri ve kış günleri mahsus salonda uyuduğumda beni kucağında taşıyışlarını hatırlar da onu nasıl sevmeyebilirim. Mümkün mü? Her ne kadar son tartışmamızda onu sevmeme izin bile vermediğini suratına haykırıp ona kızsam da, kalbimi incitmiş olsa da, bakışlarında yer yer gördüğüm nefreti hatırlasam da aksini yapamıyorum, olmuyor.

Toplumsal normları, onları eleştirmeyi bir yana koyamasam da anlamlandıramadığım bir şekilde onu seviyorum hala…



16 Aralık 2012 Pazar

Sabahın seherinde geceyi düşlemek

Akşamın serin köşesine
kısacık iliştiler. (Hünerli
bir sevgiyle kadın, avucunu
öptüğü erkeğin dalgın
yüzüne doğru, incecik gülümsedi.)

..Derken, kuşları ürküten
telaşla kalktılar, meydan
kendini topluyordu, sana
akşamı anlattım, gördüm
deyip sustun, sevindim.

Sina Akyol




14 Aralık 2012 Cuma

Osurtan Melankoli


OSURTAN MELANKOLİ

odamda yalnızım,
kış,
soğuk,
ayaklarım üşüyor.


Bir düş kuruyorum
kurarken de dalıyorum
Osuruk sesleri yalnızlığıma back vokal
Yorganımın içi
sanki ülkücü lokal

yalnızlığım bir kara delik
osurdukça kayboluyorum
yorganı havalandırıyorum
ansızın keskin
bir koku beni cezbeden

annem/babam kapıyı çalıyor
açmaya korkuyorum,
kokulu bir tedirginlikte mahkumum
uykularım kaçıyor,
kabuslar görüyorum
ansızın annem/babam kapıyı açıyor
yalnızlık
kokusundan ürküyorum

ve o koku beni ele geçiriyor
burnuma prangalar takıyor
hayat
gecenin karanlığında
bir sıkıntı içimde
işte bir pırt daha geliyor
derinlerden

bu pırtlamalar ki
gelecek fırtınanın habercisi
akşam yenilen pancarın hediyesi
lirikal kütürtülere dönüşüyorlar
zamanla
zeki demirkubuz filminde
yeri olmayan sirenler gibi

Engin Şimşek'le beraber yazdığımız güzide eser...

9 Aralık 2012 Pazar

değdirip geçiyor hayat

Herşey geçiyor, tüm acılar, tüm sevinçler, tüm umutlar sabit kalansa hayattan zevk almayışımız, bir durağanlığın kucağından kalkamayışımız daha argo haliyle sıçışlarımız. Şu küçücük yürekten ne acılar geçiyor, ne sevdalar, ne umutlar fakat onlar da her şey gibi bitiyor. Demek ki insan olmaktan yokluğa, bitmeye doğru bir yolculuk halinde.

Eminim bana bu satırları yazdıran acılar da geçip gidecek belki beş sene sonra dönüp bu hallerime güler de geçerim. Ama hayat da geçmiyor mu? Yaşanacak, biriktirilecek onca güzel anı varken niçin hep acı anılar yükleniyor insanın belleğine, yüreğine... Bir insan ölmeyi niçin ister, niçin bu kadar arzular; umut üretecek gücü kalmamışsa. Peki onlarca insan bu kadar debelenirken hayatın içinde o diğerleri, o öteki olanlar neden hep mutsuz? Nerde bu hayatın gerçeği, nerde kaybettiklerimiz, kaybedeceklerimiz ve niçin hep biz kaybedecekmişiz?

Çok basit hayatın acımasızlığı, insanların yüreksizliği, kadir kıymet bilmezliği her gün daha fazla yaralıyor beni. Ve bu öyle bir hal alıyor ki acıdan başka birşey hissedemez oluyor, yığılıp kalıyorum. İşte umutsuzluk böyle birşey. İşte insanın kendine yabancılaşması böyle birşey ne zaman çırılçıplak kendimiz olabileceğiz? Bilmiyorum.

Önündeki dünya daha karanlık olmayacak mı?


3 Aralık 2012 Pazartesi

bad tripler, kafalar kafalar

 Türksan durağında otobüs bekliyorum ne ihtiyari ne gayri ihtiyari ne menapozlu gibi ne orta yaş bunalımında salak saçma komik bi şekilde. Lacivert pançom arada rüzgarla savruluyor ayağımda bez ayakkabılar, kafamda deli sorular... Sağ tarafı bozuk kulaklığımla orta hüzünde hafif isyankar şarkılar dinleyerek bad triplere giriyorum. Arada kulaklığın sağ tarafından ses geliyor o pozisyonu tekrar yakalamaya ve tekrar çalmasını sağlamaya çabalıyorum olmuyor. Derken 147 geliyor ayakta kalma derdine tekrar merhaba...


1 Aralık 2012 Cumartesi

Eskide Kalmak

İnsan kendini bazen eskide kalmış hissediyor, sanki asırlar geçmiş, bu asırlar geçerken zamanında kuytu bi köşesinde asılı kalıp dondurulmuş sonra çözülüp bugüne salınmış gibi. İnsan
büyüyor ama o büyürken dağlar, taşlar, tepeler büyümüyor daha da küçülüyor ve farkediyorum ki hiç mi hiç yorulmuyorum onları küçültürken. Onları küçültürken nasıl da umarsızım, nasıl da
zevkleniyorum ev yapımı inek sütünden yoğurdu yerken. İnsan bazen aldırmaz oluyor  geçmişten geleceğe mektup gibi yalnızca nesne olup kalıyor işlevinin farkında olmadan.

Firüzköy yolundan geçerken etrafı saran kekik kokusu, yaylaya çıkmışım hissi uyandırdı hoş hülyalara daldım. Çocukluğumun ceviz bahçelerine, kalosun tarlasına, değirmen yanına, ağıl yanına doğru hoş bir yolculuğa çıktım. Oysa içinde bulunduğum o minibüs, yabancılaştığım o insanlar gerçekti bense mutlu anları gelecekte aramak yerine düne bakıp duruyordum. İşte bu yüzden insan bazen zamanın kenarına saklanmış, dondurulmuş gibi hissediyor kendini. Farkettim ki küçük mutluluklar gülümsetiyor insanı ya da hayata anlam yüklemek küçük anılarla mümkün olabiliyor. Gecenin 12sinde sokakta yürüyor olabilmek, sokaktaki köpekle kediyle "benden korkma" diye konuşmak ve en çok da eve geldiğimde babamdan yiyeceğim lafları bile bile bunu yapmak beni mutlu ediyordu. Bomboş bir sokakta, sokak lambalarıyla, sokak köpekleriyle ve hafif esen rüzgarla güzel bir Kasım sonuydu bu, insan büyüyordu ama bazı şeyler değişmiyordu babadan yenilen fırçalar gibi.

Florya'da eski salaş bir balık restoranında çalan cümbüşle başlamıştı herşey. Her şarkı aşka lanet okuyor, aşkı seviyor, senede bir gün diyor ve çocuk rüyalarına daldırıyor insanı. Yorulduğumuz halde, yorulacağımızı bildiğimiz halde inatla daha çok yoruluyorduk, aslında başka da birşey yoktu. İnsan bazen herşeyi savurup gitmek istiyor, bir yelle bütün dünyayı değiştirmek istiyor, düşlere dalıyor sonra dönüp dolaşacağı yer aynı oluyor. İnsan bir halden başka bir hale mühürlü bir mektup gibi teslim oluyor. İnsan dört yaşında yediği şemsiye çikolatayı, babasının temiz beyaz kağıda sardığı oyuncak bebeği, annesinin kızarttığı patatesleri ve yine en çok da annesinin bütün kötülüklerden yavrusunu esirgemesini özlüyor. Yani kısaca bugünden yarına akıyor...






"Kekik kokusu duydum
Kekik kokusu koynunda huysuz gecenin
Uyandım birdenbire
Haydi dedim yüreğim gidelim bu şehirden
Bu şehir koparmak istiyor beni özlemlerimden
Yorgunum;
Çünkü yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı var
Yine de yaşamaktan duyduğum mutluluğun tadına
Düşmanlarım ulaşamazlar..."*


*nihat behram şiiridir...

29 Kasım 2012 Perşembe

bana güven

Avrupa gezen dost sohbetlerinde sıkça geçen " bencil, gerizekalı fransızlar " takip ettiğim bir blokta karşıma çıktı. Tabi ki fransızların gerizekalılığı üzerine kafa yoracak, gerekçe arayacak değildim. Bu fransızların gerizekalı olma iddiası bende kıvılcımların çakmasına neden oldu bir şiirsellik vardı bu gerizekalılıkta bilinç altı faşizminin tezahürü olamaz mıydı? Pek tabi...

Bugün Fairuz'u bir kere daha keşfettim, dinledikçe de düşündüm -bu arada bir önceki paragraf bu yazının devamının sebebini oluşturur lakin bağlantısız olacaktır-. Dinlerken ayak basılmamış
sokaklar, öpülmekten büzülmüş dudaklar, nefes almaktan korkan göğüs kafesleri, sürekli mesaj çekilmekten tuşları bozulmuş ya da sadece arama ve cevapla düğmesinin üstündeki yazıları silinmiş telefonlar geldi aklıma. Çok sigara içtiğimi de düşünürsek dertli olduğumu da çıkarabiliriz burdan. Ben tam dalmışken yani yazarken, Bulut'un küt diye düşüşü duyuldu birden müezzin hücum etti ezan sesini sevmiyordum, en azından Esenyurtta'kini ona eşlik eden köpekle bütün dikkatim dağılmıştı. Dikkatimi toparlamak bir hayli zordu başladığım kitapları da bitiremiyordum zaten bugünlerde. Ve bugünlerde en sevindirici olay marketten şekilli su bardağını alarak bilgisayarımın hopöllörüne yerleştirmem oldu bunun dışında odam da zihnim gibi dağınık.

Az evvel bahsettiğim dağınıklık hali odama da yansımış ne pis bir insan oluyorumculuklar geliyor aklıma iki haftadır derse de gitmiyorum!

Dünyanın en acı sözü benim için "bana güven" yani göte girmiş onca kazıktan sonra bu "bana güven" lafı bi acıttı canımı, samimi olmak adına yediğim kazıkları ve götümde patlayan hayalleri vs. tüm argoluğuyla ifade etme çabama da kendim bile hayran kaldım. Daha önce bi yazıda "am" yerine "vajina" yazmış olmam geldi aklıma hay bin kunduz! Nasıl da malım. Şu sıralar arada
hülyalara dalıyorum boş bir düşünce kaplıyor ve sağ kulağımın ağır işitme rahatsızlığının nüksetmesi sinirlerimin son derece gerili olduğunun da emaresi. Ama yani nasıl bu kadar sakin olabiliyorum hala anlamış değilim. Üstelik iki anti depresanı da kullanmıyor olmama rağmen bu sakinliğime ben de şaşıyorum!

Yine boka belenmiş bir yazıya dönüştü bu kurgularken şiirimsi birşey yazarım diye düşünüyordum olmadı! Bana güven sevgili yazımı okuyan insan, bana güven daha sağlam sıçışlarla geliyorum.



28 Kasım 2012 Çarşamba

unutma

...
günler sarmal yay gibi
bunu unutma
bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
seni ben heryerinden öperim
beni unutma

kadera inansaydım
sana inanırdım
düşürmem sigaramın ucundaki külü ben
...

 arkadaş zekai özger

25 Kasım 2012 Pazar

hüzünlü bir kasım yazısı

Kasım'da hüzün başkadır, yağmur başka türlü yağar, başka türlü ıslatır yağmur, yalnızca yalnızları ıslatır, sigarayı ıslatır. Gölgeler kaybolur ve artık sen de bir gölgesindir, gövdesi olmayan sahipsiz bir gölge. Aslında herşeyin bir mânâsı vardır da farkedemezsin. Taksim'de bir kafede iki yabancı oturur, gözlerinde mânâ ararsın, bulamazsın, ağlamak ister ağlayamazsın. Metrobüse binersin, o yağmurlara bir tuzlu yağmur daha eklersin. Kıvırcık kabarık saçlarını ya da varsa perçemlerini, gözlüğünü siper edersin yüzüne ki yağmur yağdığı görülmesin. Sessizce ağlaman gerekir çoğu zaman insan ağladığının görülmesini istemez. Acının, mutsuzluğun tarifi olmayınca yani insan zayıfsa, anlatamıyorsa herşeye rağmen yalnızsa ağlar başka bir yolu da mümkün değildir zaten.

Böyle bir günde, kıvırcık saçlı kız bir hüsrana daha uğramıştı. Denklem çok basitti, bir şeye isyanı vardı çok da arabeskti "sevip de sevilmemenin" hüznünü taşıyordu henüz, "küçük"tü. Büyümesi gerekiyordu, çırpınıyordu da demek ki çırpınarak büyünülmüyordu. Başka birşey lazımdı. Her yaptım sanışında yıkılan eserleri, her birleştirdim sanışında elinde yalnız kalp parçaları, kimseye değil beyaz bulutlara ihtiyaç vardı. Her canlının bir ruhu varken insan nasıl böyle ruhsuz ve mat olabilirdi? Sokak teyzeleri haklı mı çıkacaktı, anne öğütleri mi dinlenmeliydi, babadan korkulmalı mıydı? İnsan yalnızken  ayakta kalabilirdi ama neydi birine bağlanmanın, aşkı aramanın sırrı. Hep laf dinlemez asi çocuklar mı olacaktık, ana kucağından ayrılmamanın başka bir yolu yok muydu?

Bir bebeği mutsuz etmek, bir bebeğin soru sorarak bakan gözlerine sebep olmak ne ağır bir yüktür bilmezdim. Lanet olası göz yaşlarımla bir bebeğin soran gözlerine, hüzünlenen gözlerine sebep oldum. Her hüsranda "bir daha asla" demelerime döner oldum her asla dediğimi de dönüp dolaşıp yaptım. İnsan çelişik düşünce ve davranışların tümüne denk düşüyor. Her çelişki bir savaş demek, her savaşta insan kendinden düşüyor.

17 Kasım 2012 Cumartesi

bir anı denemesi / metrobüs macerası

Sabah 06:00'da başladığım güne 06:45'te otobüs bekleyerek devam ediyordum. Ayakta yolculuk etmemek adına erken saatte gelen ve boş olacağını düşündüğüm otobüse binmeyi planlamıştım ancak hiçbir şey planladığım gibi gitmeyecekti.

Yarım saat beklediğim otobüs ağzına kadar insan çakılı olarak gelmişti, bir otobüs dolusu işçi sınıfı akın akın üstüme geliyordu, güneşi zaptedeceklerdi. Neyse ki otobüs 20 dakikada Avcılar'a vardı ancak bilen bilir Avcılar'a girişi sağlayan köprü her sabah trafikle imtihan olur, araçlar kitlenir kalır. Neyse 142F şakilli şuküllü işçi sınıfı ve sıtayla liselileriyle bir otobüs insanı köprünün üstünde indirdi. Konserve kutusu olarak başlayan yolculuk atletizm müsabakalarıyla devam ediyordu. Bariyerlerden atlaya atlaya karşıdaki merdivene ulaşmıştık. İşçi sınıfının İETT ve kent içi ulaşımla imtihanı devam ediyordu, Avcılar sınıf sınıf kokuyordu. 7 dakikalık yürüyüş ve uzun atlamalar sonucu metrobüse varmıştık ama ne varış! Sınıf adeta burda toplaşmaya sözleşmişti, herkeste bir iş telaşı.

Ben; atarlı semtin giderli kızı, ilk durakta başlayıp son durakta bitemeyen aktarmaya akbil basan yolculukların insanı Bahar, Söğütlüçeşme'ye devam edecek yolculuk için metrobüs kapı ağzı stratejik bölgelerinden birine dikilmiştim, oturacak yer bulma ümidiyle...Ancak 2,3 ve hatta 5 metrobüs geçmişti ve hala oturacak yer sağlayacak stratejik atağı gerçekleştirememiştim, ters giden birşeyler vardı. Saat 08:00 olmuştu ve en geç 09:20'de Göztepe'de olmalıydım. Canhıraş, oturma ümidiyle atladıüım metrobüste oturacak yer kalmamıştı ve bu demek oluyordu ki 1 saat boyunca ayakta gideceksin Bahar. Oldu da, şanslıymışım ki körüklerde kıçımı dayayacak yer bulmuştum ve fordlanmayacak olmanın verdiği rahatlıkla bu satırları yazıyordum.

Günaydın metrobüs şoförü, günaydın karşıma dikilmiş kötü nefes kokulu hıyar ağası, günaydın yolculuk insanları, günaydın Abdullah Papur, günaydın Engin Nurşani, günaydın Ali Kızıltuğ sana da günaydın Latif Doğan gönlün kalmasın...

27 Ekim 2012 Cumartesi

bu yalnızlık benim ilişmeyin

Esmer bir hasrete şarkılar sunmak, şarkılarda hüznü derinleştirme çabaları çok insani çokça da acı... Bir bebek tebessümü bütün acıları unutturabiliyor kucağımda şimdi yanı başımda elinde kocaman bir poğaça, dolu, gözlerle kocaman gözlerle gözlerime bakıyor, ekrana dokunuyor ve abisi alıp götürüyor...

Boğazlı kırmızı bir kazak içinde fazlasıyla üşüyorum dengesiz hisler besliyor, grip virüsleriyle sevişiyorum. Aklımda bir türlü yazıya dökemediğim mutsuzluklarım, erişmeden çürüyen meyve tadında aşklarım. Anlaşılan mutsuzluk nöbetleriyle yine baş başayız. Büyüdüğüm bu ev, bu sokaklar, bu semt zamanla vazgeçilir şeyler oldular. Sevmiyor değilim ama gitmek istiyorum, sahi insan gidince mutlu olacak mıdır? Ben olamayacağını düşünüyorum ama yine de deneyeceğim. O küçük bebek yine geldi yine kocaman gözlerle ve kocaman poğaçasıyla bana bakıyor ondan başka kimseyi sevmiyorum sanırım.

Bu evde yalnızım bu semtte bu sokaklarda bu dünyada ama böyle de yaşabilirim, yaşanabiliyor...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Kader



" Çünkü hayatının değişmeyeceğini gayet iyi biliyor, buna da kader diyordu. Zaten kader, bir memurun sabit geliri gibiydi : Fiyatlar yükselip alçalsa bile maaşlar, yani kader değişmezdi. "


                                                                                    İhsan Oktay Anar/Yedinci Gün

25 Eylül 2012 Salı

Göçtü bozkırırın tezenesi

Küçükken düğünlerde, teypten müzik çalınan kına gecelerinde "dane dane benleri var yüzünde" türküsüyle tanışmıştık ilk. Sonra türkü radyoları, kasetler... Neşet Ertaş, iç anadoludan şehre göçmüş yarısını sılada bırakmış, şehirde ayakta kalmaya çalışan ne köylü ne kentli bir kuşağın yareni olmuş, biz de o kuşağın meyveleri oluyoruz sanırım. Gahi fidaydalarla gahi bozlaklarla gönüllere yerleşmiş  hem acının ve özlemin içinde mutluluğun sesi olmuş bir üstad. Babaya karşı gelmiş, kimi zaman devlete sırt çevirmiş kendi halinde konuşmasıyla, değişmeden ama herkesi kucaklayan  yaşayan bir efsaneydi. Söylenebilecek çok şey vardır elbette ama dede sevgisinden mahrum kalmış ben böyle bir dedeye sahip olmayı çok isterdim ve çok sevdiğim bir insan ölmüş kadar çok üzüldüm.






24 Eylül 2012 Pazartesi

vajina üstüne kurulu dünya

Zorbalık insanların kanına işlemiş, küflenmiş bir ahlaksızlık, başkalarının kararlarına, hayatlarına saygı duymama tüm bu davranış kalıpları ve kavramları normalleştirilmiş. Değil alternatife saygı duymayı, alternatif bir dünyayı bile düşünemiyor tüm bu insanlar. Toplumun her alanına yayılmış, çöreklenmiş küflenmiş bir düşünce bu.

Sözüm ona okullar bitirmiş, şehir görmüş, insan içine karışmış onlarca insanın derdi hala kadının cinsel organında, her yaklaşımlarında hissediyorsunuz bunu, ince ince sızmış. Öyle haklı ve öyle yüzsüz ki bu düşünce; kadınları sevmeye çalışırken de, tepkiyi dile getirirken de (kadınların kendi aralarındaki iletişimde dahi) hep kadının cinsel organı, kadınlığı üzerine çalışıyor insanların çoğu. Bu küflenmiş düşünceden, bu iğrenç gelenekçi yapıdan sıyrılmanın yolu nedir ki? Toplumdan izole edemiyoruz kendimizi, toplum içerisinde barınamıyoruz dilediğimizce.

Benim gibi düşünen kadınların hiç birinin derdi cinsel arzuları üzerine şekillenmiş değil. Kaldı ki olsa dahi bu yalnızca biz kadınları ilgilendirirdi. Buna rağmen özellikle erkekler ve erkek zihniyetli kadıncıklar hala "am" üzerinden "sik" üzerinden kendilerini gerçekleştirip egolarını tatmin ediyorlar.

Sokağa çıkıyorsunuz insanların gözü memenizde, götünüzde, bacaklarınızda. O örümcek ağı gibi işlenmiş düşünceler birden üstünüze hücum ediyor. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten kadınlığa tüm toplumun ve annenizin telkini "am" üzerinden. Böyle pislik bir dünyanın içerisinde nasıl kendimiz olabileceğiz? Yaşamdan zevk almamızı nasıl beklersiniz, nasıl size boyun eğmemizi beklersiniz? İnternetten, sokağa, barlardan, cafelere, okullardan, işyerlerine heryeri saran bu kokuşmuş düşünceden ne zaman sıyrılacak bu insanlar?

Erkekler o çok deli sevdalarında bile karşılık alamayınca en pis, en rezil küfürlere başvururken aslında bunun kendi rezillikleri olduğunu nasıl kabul edecek? Kendileri olmasa hayat kadınlarının olmayacağını bal gibi bildikleri halde hala kendilerini saf, pürü pak hissederken bu pişkinliği nerden buluyorlar kendilerinde? En ufak bir reddedişde ise o deli gibi sevdikleri kadınları orospulukla suçlarken, öldürürken, döverken ne zaman vicdanları birşey söyleyecek?

Ben böyle rezil bir toplumda yaşamak istemiyorum, lanet olsun !

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Sözler

Burda kal. Öğlen avlusunda
zamanın yalın diline yerleş.
Ufka bakmanın meraklısı ol.
Maviye, beyaza, denize çalış.

Zakkumu anla!Ağusu,
tenime sürdüğüm merhemdir
diye beni, mırıldanıp şaşırt.

Ağustos'un hummalı böceğini
onun terli şarkısını
gayret et
Türkçe'ye çevir.

Taşlığı yıkamanın
asmayı budamanın
çıplak ayakla yürümenin
hayli zengin üslubunu edin.

Burda kal. Kalıcı zamanda.
Öğlen avlusunda.

Arın gövdenden. Kendin oluncaya
kadar soyun.

Ferah sular dökün.

Derin uyu.

Sina Akyol

1 Ağustos 2012 Çarşamba

çaresiz vodoo



Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
Hergün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu
Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım
ölüm ve acılar çatsaydı beni
düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak
sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı.
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım
diri-gergin kasları konuşsaydm
"Kardeşler!" deseydim "Kardeşlerim!"
"Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor..."
yazık, şairler kadar cesur değilim
çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan
gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı
öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım
bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında
çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların
inanmazdım dosyalara sığacağına
gittikçe ışıldardım dükkanlar kararırken
hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen bütün cevaplarına üstüne mühürlenmiş
ellerim tütsülenmiş
evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında
dirgenler, bakraçlar, tornavidalar
bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövden açık bir hedef kılındı belalara.
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor
insanları hummalı baharlar olarak tanımlamak
ve bu yüzden göğsümde dakikalar
ince parmaklar halinde geziniyor
konvoylar geçiyor meşelikler arasından
bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
ölümden anlayan ciddi bir yaprak
unutulacak diyorum, iyice unutulsun
neden büüyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak

İsmet Özel/1972










31 Temmuz 2012 Salı

Bayat Simit

Evvela evlat kısmı yaranamıyor anaya babaya arkadaş, veryansınla gireyim derken bir de kız evlat olunca işler hepten sarpa sarıyor bunu da belirtmek isterim. Yarı feodal bir ailedeysen ve bir kız evlatsan cumhurbaşkanı olsan da ev işlerini yapmak zorundasın, yemek yapmak zorundasın. İdeal bir eş olmak adına bütün donanıma sahip olmalısındır yoksa elin oğlu seni evinde barındırmazdır vs vs. Yıllar yılı okuyup da erkek eline muhtaç olmayım diye arkamda olan anacığım hep bu telkinlerde bulunmuştu. Neyse buradan bugünkü halı yıkama maceram ve ardından gelişen çok küçüklük zamanlarımızı hatırlatan küçücük bir anıya bağlanmak istiyorum...

Yaklaşık bir haftadır ev gündeminde olan halı yıkama işi sonunda bu pazartesi işsiz, güçsüz ve üniversite mezunu olan ben, erkek kardeşim ve annem üçlüsüyle halledilecekti en azından ben öyle sanıyordum. Ben bu işin adını eğlenceli olsun diye "Geleneksel Esenyurt Halı Yıkama Olimpiyatları" koydum. Bu arada yıkama öncesi, halı ıslama ve fırça dalında kardeşim altın madalyanın sahibi oldu. Bu ilk etap en kolay etap babam da olsa o da altın madalya alırdı derken 2 saatlik bekletmenin ardından halı yıkama işi üzerime kitlenmişti hakkıyla da yıkamıştım. Tabi ben halıyı yıkamaya başladığım esnada hemen iki sokak yukarımızda oturan babamın amcaoğlu ve eşi gelmişti. Fırsat bu fırsat misafir geldi bahanesiyle babam da semaverde çay demleme kararı aldı. Halı yıkamanın ardından çaya geçildi. Bizim yenge hanım kaynanasından çok çektiydi olay döndü dolaştı simite geldi.(Asıl anlatmak istediğim şey burada başlıyor lafı çok uzattım sanırım)

Simit Tokatlı'lar için mukaddes bir besindir. Birçok Tokatlı erkek büyük şeare(şehire) ilk geldiğinde yaygın bir esnek istihdam biçimi olarak simitçilik kâbilinden işler peşinde koşar. Benim dede bey de öyle yapmış babam hayatının bir kısmını simit satarak geçirmiş hal böyle olunca simit üzerinden değişik anılarımız da oluyor.

Bizim akraba çevresinde tam üç nesil bayat simitlerle büyüdü. Dedemin simitçi oluşundan ötürü kalan simitleri ısıtıp akşam da satamadığı takdirde eve getirirdi. Değişik bir adam dedem 60 yaşına kadar simit sattı 22 yıllık ömrümün önemli bir kısmında simit vardı ve önemliydi. Dedemin getirdiği simitler teyze çocuklarıma, dayı çocuklarıma ve tekmil mahalle çocuklarına nasip olmuştur. Kimi zaman çaya, çorbaya kedi batmaz edilmek suretiyle karnımız doyurulur kimi zaman ekmek aşı yapılırdı. O bayat simitlerle çok kış geçirdik, simitin kokusu hep çocukluğumu hatırlatmıştır. Hani bir de değişik bir kokusu vardır ve odayı doldurur ya hiç unutamıyorum o zamanları. Yıllar yılı simitle karnımı doyurmama rağmen hala da çok severim ama şimdi pastane simiti diye birşey çıkmış kimse kusura bakmasın hiç sahici gelmiyorlar.

Bazen simitlerin arasından açma ya da poğaça çıktığı da olurdu altın bulmuş kadar sevinirdik. Şansı ve lüksü simgelerdi poğaça ve açma tıpkı kremalı büsküvi gibi.

27 Temmuz 2012 Cuma

çıldırmıycam

idealist olmamak lazım şu lanet olası dünyada ( sanki başka dünya var da ) gevşek ve yavşak olmak en güzeli. hayırlı evlat, hayırlı vatandaş, hayırlı kul, hayırlı arkadaş olmak için. idealist olursanız parasız pulsuz kalırsınız, çıldırmak üzeresinizdir hep ancak bir türlü çıldıramazsınız. aklı selim olmak yerine aklı beş karış havaya dikmek lazım gelir.

sevgiler...

KIŞ KIŞ CİNLER

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Çin Malı

03:38'de aniden uyandım genelde gece uyanmazdım bölüksüz olurdu uykularım. Telefonuma baktım 2 mesaj vardı cevapladım sonra bilgisayarı açtım ama bu açma olayı çok otomatikti kurulmuş gibi. Sanki uyanır uyanmaz ilk işim bilgisayarı açmakmış gibi. Takıldığım sitelere baktım, maillerime baktım sonra Chopin dinlemeye başladım. Bu arada yine yapmadığım birşeyi yaptım gece yemek yedim, bir terslik vardı çözemedim ama kafa da yormadım. Bana inanılmaz bir hüzün veriyordu zaten bu günler, hüzün günlerimdi...

Birazdan uyurum diye bakınmaya başladım, insanlar ne kadar çoktular, her biri ne kadar özel ve eşsizdi. Her biri bencil birer pislikti ben de öyleydim. Beni sevenleri üzer sevmeyenlerin peşinden giderdim kelimenin tam anlamıyla sıradan biriydim, hepimiz öyleydik.  Ezan okundu bir ara küfredesim geldi o evin kıçının dibindeki cami ve ayarsız imamı çok rahatsız ediyordu beni aynı anda çok yakınlardaki diğer iki caminin imamı da ezan okumaya başladı bet sesleriyle, dinledim dinlemek zorundaydım. Mahallede çığlık atan çocuklara bağırıp susturabilirsin ama o lanet imam duymazdı sesini duysa bile ne düşündüğünün önemi yoktu, kabullenişlere göre hareket ediyordu. Ben de devam ettim.

Gecenin ürperten bir vahşeti yoktu aksine huzur veriyordu gökyüzüne bakarken o an tek isteğimin ne olursa olsun herhangi bir yere gitmek olduğunu anladım. Çözüm değil, doğru olan budur, beriki daha iyidir gibi telkinler duymak istemiyordum. Duvarlara çarpa çarpa, dizlerimi, ağzımı, gözümü kanata kanata yontulsaydım daha çok şey öğrenebilirdim. Ama ben bütün kabullenişlerimle adeta çip vasıtasıyla yüklenmiş hareketlerimle yonttum kendimi ya da çok nizami bir törpü tarafından( ama japon pazarından alınmış değil ).

Saat 05:55 olmuştu bir önceki paragrafı bitirirken aklıma geldi bunlar hepimiz biraz çin malı yaşamıyor muyduk? Çabuk tükenen, çabuk tüketen, mahremi olmayan ve sevgisiz. Ucuz eller tarafından üretilmediğimizi düşünüyorum ama bir terslik var belki de bunu çözersem bir sorun kalmaz. Kabul edilmek istemiyorum ama kimseyi dinlemek de istemiyorum yalnızca kafamı boşaltmalıyım...

Günaydın Türkiye, çin malı bir güne daha günaydın!


20 Temmuz 2012 Cuma

garip

kendini kimsenin yanına yakıştıramıyordu, yalnızlıktan başka hiçbir şey yakışmazdı ona. azametli olmalıydı yalnızlığı, güçlü ve sert bir kabuk gibi sarmalıydı onu ayakta kalabilmenin başka yolu yoktu, olamazdı.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

rumeli havası

“Bu, korkunç bir çocukluğun, sefil, bahtsız bir çocukluğun devamıdır.”


Sait Faik Abasıyanık


22 yaşındaydı ve tedirgindi


Sıcak bir çarşamba günüydü, bi haftadır darmadağın olan odasında, yatağının üstünde laptopı kucağına almış dünkü mezuniyet töreninden kalma saçlarıyla pijamalarıyla oturuyordu. Mutsuz değildi, üzgün de değildi herhangi bi duygu hali yoğun değildi yalnızca, yalnız ve işsizdi.
22 yaşındaydı ve tedirgindi, seksi ve çekici gibiydi de ama olmaya da bilirdi( zevkler değişkendir) entellektüel bilgisi fena değildi ancak işsiz ve dolayısıyla parasızdı. Salak bir çarşamba gününde kimileri çalışırken o işsiz ve parasız bir şekilde pinekliyordu evde. Yan odada babası 9 aylık kardeşini seviyordu. Bir an düşündü bu çarşamba çok sinsi ve lanetliydi sanki, ama genç kadın mutsuz değildi yalnızca 22 yaşındaydı ve tedirgindi. Bu sıcak çarşamba gününde bir çok insan çalışırken, tatilde olmayı hayal ediyordu. Ancak 22 yaşındaki genç kadın sırf paraya ihtiyacı olduğu için deli gibi çalışmak istiyordu, tüm kapıların kapalı olmadığını biliyordu ama açık olan kapılarda görünmüyordu, hepsi bu.
Tek istediği yarı zamanlı bir işte çalışmak ve gerizekalı birtakım insanlarla muhattap olmamaktı aslında ikinci kısmı başarıyordu da. Ama ters giden birşeyler vardı ancak anlamıyordu. Gerçekten tek istediği güvencesiz haftada 3-4 gün çalışabileceği sıradan, herhangi bir işti. SSK gibi bir beklentisi de yoktu. Üniversite mezunu olmak, hatta onca iş tecrübesi olmasına rağmen işsiz güçsüz kalmak bir garipti.
22 yaşındaydı ve tedirgindi.

12 Haziran 2012 Salı

island blues

mutsuz değiliz de durağanız, herkese rest çekiyor ve yalnızca eşit davrananlarla muhattap oluyoruz. daha fazla ilerleme, orda kal !

20 Mayıs 2012 Pazar

BiM

biz farklı şehirlerde, aşağı yukarı aynı itina ve nizamla yerleştirilmiş bim raflarında buluşuyorduk seninle. öyle bir oyun kurmuştuk sonra seni bim'de bırakıp yağmurlu sokaklarda yürümeye başlıyordum. kocaman ayaklarımın yanlarından patlattığı ayakkabımın içine su tanecikleri kaçıyordu bense yalnızlıktan ve kahırdan müsdarip yoluma devam ediyordum. her şey kendiliğinden gelişmişti, kendiliğimden büyümüştüm bundan 10 sene evvel kocaman gelen sokaklar ve apartmanlar minnacık kalıyordu gözümde, aklımın bir köşesine seni atmış acaba onun da böyle sokakları var mıdır diye düşünüyordum. ilkokuldan eve doğru uzanan yokuşu sekiz yıl boyunca yürümüştüm, boş ve dağınıktı. şimdi bim'in nizamından nasibini almış olacak ki tımar ediyorlardı onu da. hemen sağdaki boş arazi bir inşaatın ıssızlığı olmuştu, yağmur yağarken bağıran işçilerin sesini iletiyordu. onlar ki dünyayı yaratanlardı belki de ama yoktular. eve yaklaştıkça duvar yazılarının değiştiğini, bakkalların değiştiğini, korktuğum sokakların mânâsızlığını farkediyordum. eskiden koca mahallede 2 tane olan bakkal yerini adım başı dikilen minimarketlere bırakmıştı, anlayacağınız bizim sokakta küreselleşen ekonominin çeşitliliğinden nasibini almıştı. ama yine de hiçbiri şemsiyeli çikolata satmıyordu. olsaydı hemen ilk gördüğüm bakkaldan alırdım malum yağmur yağıyor beni belki yağmurdan korurdu. ama ayakkabılarım? onlar yırtıktı tıpkı 10 sene önceki gibi ama bugünkü yırtıklık bana acı vermiyordu belki de başka ayakkabılarım olduğu içindir.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

taksim'in simitçileri


bi çingene hüznüm var, yağmur yağdırıyor şimdi
mikail göz kırpışı olamaz mıydı
şimşek,
eğer tanrı olsaydı.

cumartesi bugün, yorgun, bitkin, perişan
akşam oldu çünkü bütün hafta yorgunluğu atılmalıydı
kızlar odakule'den aldıkları çakma bershka'ları giymişlerdi
çakma konversler, çakma ümitler, çıkma aşklar
ikinci kalite bir hüzne neden olmazlar mıydı?
asılları kader mahkumu eder zaten ne gerek var?

her kelimesi özenle seçilmiş konuşmalar,
müşteri hizmetlerini ararken biriktirdiğimiz haklı öfke
birini sevmeye çalışırken hep sol cebimizdeki otonom düşünce;
ya beni terkederse?

yağmurun yükselttiği toprak kokusunu 3 senedir duyamıyorum
ve
taksimdeki simitçilerin hiçbirine güvenmiyorum;
ya sivil polis çıkıyorlar
ya da ısıtılmış simitleri kakalıyorlar.

lümpen kroleter.

29 Nisan 2012 Pazar

üstelik meyve olduğu halde yıllar yılı sebze diye geçiştirilmiş


şeftali kokulu kiremit renkli oda
mutsuz bugün
pespaye ve kenara fırlatılmış
birkaç milyon ışık yılı uzakta
olması gereken gereksiz
bütün hisler içine doluşmuş
duvarlarındaki kitapların yalnızlıktan
mecali kalmamış
kendilerini fırlatmışlar sağa sola
filmler izlenmemekten şikayetçi kalemler
kör olup yazamamaktan

cebimde iki sinema ya da tiyatro bileti
taşıyacak kadar cesur
olmadım hiç
fazla tahammül etmekten
tahammül edilmeyi unutmuş
45'lik taş plağın isyanını dinlemektesiniz
pikniklerde kazılan ateş çukurunun bir köşesinde
çay demlemekten bıkmış karanlık
benzini renklendiren renkli yazıları karartılmış
aynı şeyler piknik tüpünün üstüne
yerleştirilen eski demir 25 bin lira
için de geçerli
karanlık geceleri aydınlatmak adına
köylü mucidliğinin esirleri bu ikisi

bir namusun bekçiliği görevini
üç nesildir devam ettiren
ceviz çeyiz sandığının halini
düşünemiyorum bile:
bağrına bastığı dantelalar
lifler ve oyaların ağırlığı altında
yıllarca ezildiği yetmiyormuş gibi
evladiyelik de olmuş
yüzümüzü eskittikleri gibi
onu da eskitmişler

suyu sıkılmış limon
hiçbir işe yaramaz
bazı uyanık anneler
kabuklarını önceden
değerlendirmediği sürece
limon suyundan başka
hiçbirşeydir
üstelik meyve olduğu halde
yıllar yılı sebze diye geçiştirilmiş


burdan iki tartışma konusu çıkabilir
meyve ya da sebze gibi gruplara
ayrılmalı mıyız
yoksa hepimiz aynı yolun
yolcusu muyuz
şu da var
çeri domatesleri düşünürsek
onlara erişmek için
belirli bir maddi iyilik haline
erişmemiz de gerekmez mi

karnımızın ağrısını alsın diye kullandığımız
kiremit tuğlaları da düşünürsek
ya misafir için saklanan çatallar
nevresim takımları özel yiyecekler
sadece özel misafirler için
yüzden düşmemesi gereken
o uyarılmış gülücük de
neyin nesi öyle
özel sevişmelere saklanmış
dantelli donlar
özel insanlara yapılan özel makyajlar
kasılmaktan yenemeyen tırnaklar

lütfen biri bana
bunları yazdığım için çıkıp da
gerizekalı desin
ama ince kısmı altın sarısı
ikisi ince biri kalın
üç şeritle çevrilen
sadece özel insanlara sunulan
çay bardaklarına ne diyeceksiniz
bana hiçbir şeyi kanıtlamanızı istemiyorum

özel günlerimde tavan yapan
ama genelde hep üzerimde olan
aksiliğim huysuzluğum yalnız kalma isteğim
özel günüm olmamasına rağmen
öldüren marjinal optimum bileşeniyle
yine üzerimde

canım çok sıkılıyor
iyi geceler

dipnot: ben altta kalmayı
hiç sevmiyorum

lümpen kroleter&cihan ci.

23 Nisan 2012 Pazartesi

"hem insan ne kadar taşıyabilir şuncacık yüreğinde
bunca gemiler bunca tirenler gazeteler
oradan oraya taşırken en kötü haberleri"

 turgut uyar

9 Nisan 2012 Pazartesi

Sevgilim

sevgilim
ecza dolabının raflarında bekle beni
bir tüp diş macunu, bir şişe siyanür
ve zambak kokulu sabunlar

sevgilim
Büyük Millet Meclisi'nde bekle beni
kürsüdeki yerimi ısıt
Güzel Konuşma Dersi vereceğim hiç ağzımı açmadan

sevgilim
iki bilinmeyenli bir denklemde bekle beni
matematik tanrısının sonsuzluk evi
ve akıl hastanesinin sisli bahçesi

sevgilim
bir kedi pençesinde bekle beni
yüreğinde deltalı tırmık izleri
ve karikatür saraylar

sevgilim
polis otolarının fırıl mavi ışığında bekle beni
sakallı kaldırımlar, guguklu saat suçları
ve tarçın kokulu şizofren

sevgilim
Çocuk Kalmışlar Derneği'nde bekle beni
' hepsi pekiyi ' süt dişlerin, korsan gemilerin
ve altını ıslatmış bez bebeğin

sevgilim
bu şiiirin çıkışında bekle beni
saat kulemizi geçenlerde yıktılar



Akgün Akova

18 Mart 2012 Pazar

aşkımızın o kararan

1.
koştum sana geldim ey acı

ey terkedilmiş
ilençli dinginlik

ey yenilmiş
bir aşkın şarkısı

işte geldim.

bir daha dönülmeyen
o noktada

yıkık

barakalarla kaplı
bir çıkmaz sokakta

erirken

akşamın köpüğü

sadece
yalnızlıktı

her şey tenha.

2.

bakın orda

tozlu yapraklarında

eski
anıların

bakın orda
bir eylül

vurunca hayatımızın
bordasına

ne çıkar

eylülse eylül

bakın orda

bir adam saklanıyor
bir otel odasında

esmer gözlüklü

bir adam
saklanıyor üç yıldır

adı behçet aysan.

3.
ve hüzünlü günler
sürer giderdi

ben de biner giderdim
bir düş atına

yakalayamazdı

küflü ıslak
taş avlular

biner giderdim

al bir düş atına.

4.
ey gümüş yürek burgacı

ey yenilmiş
bir aşkın şarkısı

ey keder
ey acı
işte gidiyorum

düşerken
ardına söğütlerin

kan
portakalı

gibi bir güneş

düşerken ardına bütün
mutlulukların

ve

aşkımızın bizim
o kararan

behçet aysan

16 Mart 2012 Cuma

Halepçe Katliamı

1991'de, Saddam Hüseyin, kendisine karşı ayaklanmış olan Şiilere ve Kürtlere karşı bir "Temizlik Operasyonu"na girişti.

Irak nüfusunun yüzde 20'sinden fazlasını oluşturan
4 milyon Kürt, soykırım tehlikesiyle yüzyüze kaldı.

İnsanlar, önüne çıkanı öldürerek kuzeye ilerleyen Saddam ordusunun önünden kaçmaya başladılar.

Zengin, yoksul, köylü, şehirli bir milyon insan, bir anda, yersiz yurtsuz, çaresiz bir göçmen topluluğuna dönüştü.

Yaklaşık 450 bini, hafızalarında Halepçe katliamının dehşetiyle, Irak-Türkiye sınırına yığıldı. Diplomatlarla politikacılar için kısa, can korkusu çekenler için fazla uzun bir tereddüt döneminden sonra, sınır açıldı.

"Kuzey Irak", çoğumuza "terör", "bölücülük", "sınır ötesi harekât", "kırmızı çizgi" gibi politik-stratejik lafları hatırlatıyor.

Haritalara bakınca, olsa olsa, farklı renkte taranmış bir bölge görüyoruz.

Haritalar, ağaçları topluca, yeşil bir leke olarak gösterir. Haritalarda dağlar soğuk değildir. Haritalardaki ırmaklar akmaz. İnsanlar ise, haritalarda hiç görünmez.




15 Mart 2012 Perşembe

hüzünlü şarkı

Ben bu şarkıda çokça hüzün buldum, siz ne bulursunuz bilmem. Dillerini de bilmem çingenelerin ama seviyorum galiba onları çünkü üzülürken bile ritmik üzülüyorlar. İyi üzülmeler.

29 Şubat 2012 Çarşamba

sevgilime bir kefen

Alçak sesle uçuyor üzerimden
saçları kına yakılmış bir kadının mihrâbı
bu gövermiş güz günleri çıldırtır
çileden ve kitaplardan çıkartır insanı
urlar, karınca cesetleri
titreyişlerle örtülür üstüm
merak
bir devrimcinin hazırlığıdır
ve alçacık bir sesle uçar üzerimden
kanser, begonya, ölüm.

Beyaz tülbentler camın arkasında
ve çıkarılmış insan gözleri
kırk batman ağırlığında sahici insan gözleri
bağrına taş basan ana
o ananın ölüsünde kalkan toz
ey acılar gardiyanı, ey güz günleri.

Bir isyankâr çetecinin yağmuru altında
kendi kavruk güzelliğimi yumrukluyorum
kulunç gibi giriyor öğleden sonraları cumartesinin
umudum
ki hırçın bir hayvandır durmadan
kalgıtır banknotları, miting alanlarını.
Ve tarçın kokusu ve yorgunluklarla
oturduğumuz evleri tıkayan
merak
bir devrimcinin hazırlığıdır.

Yıkanır bazı bakır dövücüleri çarşılarda
şakırtılarla sürüklenir bazlama açan kadınlar
dibeklerinde inatlarını döven
hınzır umutlarını döven kadınlar şakırtılarla.

Benim harcım değil bir yar sevmek gizliden
her yanım bin türlü merakla dalanmakta
o loş buhur kokuları, analarımız
aşererken toprak yiyen analarımız
yüreğimin palamarlarını çözüyor aya karşı
gökçe sancım zonkluyor bileklerimde
zonkluyor talaşlar, talaşlar
şakağıma vuran balyozun talaşları.

İsmet Özel

1 Şubat 2012 Çarşamba

ÇİÇEKLİ ŞİİRLER YAZMAK İSTİYORUM BAYIM!

"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.







DİDEM MADAK

25 Ocak 2012 Çarşamba

çocuksan güzelsin

çocuksan güzelsin, dünya güzel, herşey güzel. yazasım yok aralar ama mini minnacık bir Bulut'um var, zamanlarım ona gidiyor hep. o çocuk ve güzel, çocuksan güzelsin.

sana kelimeler hazırladım

23 Ocak 2012 Pazartesi

halimden konan anlar

bir de çorabın üstüne patik giyen şehirli, şiirsever, yalnız genç kadınlar anlar.

18 Ocak 2012 Çarşamba

seni hayatta tutmak istiyorum

çingeler seni seviyorum demek yerine "seni hayatta tutmak istiyorum" derlermiş. bir dostun facebook durum güncellemesinden öğrendim. ne güzel değil mi?

15 Ocak 2012 Pazar

penye ve hakikat




iyiydik. penyelere inanıyorduk
doğum günü şarkılarına, pastalara ve mumu üfleyen kişiye
iy ki doğmuş olmanın neşeli gerekliliğine
kimyaya, ölçü ve tartı aletlerine inanıyorduk
adı fatma, fatma'ya hemen inanıyorduk
sergio leona'ya, elektrik enerjisine
adı ali, ali'ye niçin inanmayalım

iyiydik
ikinci tokatları kültürel fark kuramıyla açıklıyorduk
birincisi doğaçlamaydı zaten
üçüncü tokat ama insan haklarına aykırı
insan haklarına inanıyorduk
john locke'a ve john wayne'e
bir yerden bir yere gitmeye inanıyorduk
montlara, pamuk tarlalarına, virginia tütününe

ölülerin yönetimindeki dirilerin savaşına
ama en çok penyelere
"lili marlen şarkısı ne kederlidir"
aldık, kabul ettik; çok kederlidir
buralarda bir yerdeydi, ona da inanıyorduk
her neydiyse zaten şüphe yok inanmamıza
el kameralarına, merhamete… reno toros'a
nerdeyse iman edecektik üretimden kalkmasa

iyiydik
penyelere inanıyorduk. monogamiye ve sürprizlere
sürpriz diyen bir ağzın kibirli büzülüşüne
bikini adasına ve bahçıvan pantolonlara
kremlere ve troçki'nin dürüst biri olduğuna nedense
kiraz zamanına, tanpınar' a
istanbul dünya başkentidir cümlesine ve kepekli pirince

kayıp kardeşlere, ölü dillere, mühendislere
kayıp kardeş fikrinde kulağa hoş gelen bir şey yok mu
jodie foster'a ; hep beraber
elmalılı tefsirine, bir kısmımız
çok azımız karabaş tecvidine

terlemeye, rutubete, madonna'ya
vatan değerli bir arsadır, millî emlakçılara
devlet demiryollarına ve halkın karayollarına
çift güllü yasin kitaplarına
mor beyaz afyon çiçeklerine değil ama
bir daha: çift güllü yasin kitaplarına

kendine iyi bak dileklerine; görüşürüz
niye görüşeceksek
şadırvanlara, antik dünyaya; roma ve üç kıtaya
sözleşmelere ve sosyal sigortalara
yerlere tükürmemeye
-göklere tükürebilirsiniz-
israiloğulları israilkızlarını öldürürken
iyiydik, penyelere inanıyorduk

Osman Konuk

12 Ocak 2012 Perşembe

seni sonsuza kadar sevdim

kötü hissetmek: kimseler, arkadaşlar, herkesler
ölü bir iktisatçının kaderini özetler
öldü ve bütün mağazalar açıldı
doğru anlamak diye buna derim
binadaki çaycıyla aynı partiye oy vermiş patronun bildikleri:
“bütün reklamlar doğrudur ve asla güvenlikçiyle göz göze gelme”
otomatik kötülük ve alttan ısıtmalı; alışınca yani
akşam oldumu işler karışır
yollarda kendi kendine konuşursun
dalgınsan hep biriyle karıştırılırsın
dizlerinden duyarsın, omuzçukurundaki su
devlet çucuum, bir artı bir çocuum, şehirdeki yetimim
seni sonsuza kadar sevdim
sen yokken gözyaşların silindi
işimiz, tek hünerimiz bu
kesinlikle tek başına deneme ama
öyle olmaz! öyle olmaz!
yakıcıdır, bir fazlası yıkar; boğucu daha derini
dans edemeyen dansçı kız biblolarına bakmak
sonsuza kadar dans edemez bilimi: işimiz bu
dünyanın en temiz evinde
bir yoldaş su içer, dünyanın en temiz bardağından
hiçbir şey karıştırılmaz ve şimdilik çörekler tazedir
işimiz, hünerimiz: gözyaşlarını silmek
bazı kitap yapraklarından koparıp koparıp da
pörsümüş gri pijamayla adi sünger yataklara kapandığında
dansçı kız biblolarının, dansçı ama hareket edemiyor
o bile ağlamaz senle, dene bak
söylemek, işimiz bu.
taklit bir gökyüzünün altında at koşturmak
gerçek bir süvarinin aklını taşıyarak
kolay değil, atlar şampiyon olur, gerisi unutulur
o çirkin, geçkin bakirenin
oyuncak tabancası doldurulur

gözyaşları nasıl ama birincilikle akardı

kötü hissetmek: kimseler, arkadaşlar, herkesler
henüz kusursuz tek saniye düşünemedim
ama tam iki kere, tek saniye eksiksiz
seni sonsuza kadar sevdim.

"osman konuk"

* film : nuri bilge ceylan

3 Ocak 2012 Salı

şeftali kokulu oda

şeftali kokulu kiremit renkli oda mutsuz bugün, pesvaye ve kenara fırlatılmış. birkaç milyon ışık yılı uzakta olması gereken gereksiz bütün hisler içine doluşmuş. duvarlarındaki kitapların yalnızlıktan mecali kalmamış, kendilerini fırlatmışlar sağa sola. filmler izlenmemekten şikayetçi kalemler kör olup yazamamaktan.

cebimde iki sinema ya da tiyatro bileti taşıyacak kadar cesur olmadım hiç. fazla tahammül etmekten, tahammül edilmeyi unutmuş 45'lik taş plağın isyanını dinlemektesiniz. pikniklerde kazılan ateş çukurunun bir köşesinde çay demlemekten bıkmış. karanlık benzini renklendiren renkli yazıları karartılmış. aynı şeyler piknik tüpünün üstüne yerleştirilen eski demir 25 bin lira için de geçerli. karanlık geceleri aydınlatmak adına, köylü mucidliğinin esirleri bu ikisi.

bir namusun bekçiliği görevini üç nesildir devam ettiren ceviz çeyiz sandığının halini düşünemiyorum bile. bağrına bastığı dantelalar, lifler ve oyaların ağırlığı altında yıllarca ezildiği yetmiyormuş gibi evladiyelik de olmuş. yüzümüzü eskittikleri gibi onu da eskitmişler.

suyu sıkılmış limon hiçbir işe yaramaz. bazı uyanık anneler kabuklarını önceden değerlendirmediği sürece limon suyundan başka hiçbirşeydir. üstelik meyve olduğu halde yıllar yılı sebze diye geçiştirilmiş. burdan iki tartışma konusu çıkabilir meyve ya da sebze gibi gruplara ayrılmalı mıyız? yoksa hepimiz aynı yolun yolcusu muyuz? şu da var, çeri domatesleri düşünürsek onlara erişmek için belirli bir maddi iyilik haline erişmemiz de gerekmez mi?

karnımızın ağrısını alsın diye kullandığımız kiremit tuğlaları da düşünürsek? ya misafir için saklanan çatallar, nevresim takımları, özel yiyecekler? sadece özel misafirler için yüzden düşmemesi gereken o uyarılmış gülücük de neyin nesi öyle? özel sevişmelere saklanmış dantelli donlar, özel insanlara yapılan özel makyajlar ve kasılmaktan yenemeyen tırnaklar? lütfen biri bana bunları yazdığım için çıkıp da gerizekalı desin. ama ince kısmı altın sarısı 2si ince 1i kalın 3 şeritle çevrilen ve sadece özel insanlara sunulan çay bardaklarına ne diyeceksiniz? bana hiçbirşeyi kanıtlamanızı istemiyorum.

özel günlerimde tavan yapan ama genelde hep üzerimde olan aksiliğim, huysuzluğum ve yalnız kalma isteğim özel günüm olmamasına rağmen öldüren marjinal optimum bileşeniyle yine üzerimde.

canım çok sıkılıyor, iyi geceler.

dipnot: ben altta kalmayı hiç sevmiyorum.