28 Mart 2013 Perşembe

fesleğen düşü

26 Mart 2013

Hengameli ve bol kazalı yolculuğun son ayağı başlamak üzereydi, bir değişiklik olsun diye Karaköy otobüs durağında inip Galata Köprüsü üzerinden Eminönü'ne doğru yürüyecekti... Hava bahara özgü taze, güneşli ama soğuktu, ellerini cebine attı ah bir de sigarayı bırakmasaydı! Köprünün sağ tarafına dizilen oltalı minik ilahlar, kovalarda can çekişen balıklar, kafasında bir takım anılar...

Hayatının ilk üç yılı Kumkapı'nın arka tarafında Laleli'nin aşağısında kalan tahta binaların hüküm sürdüğü bir sokakta geçmişti. Evet biliyordu insanın o ilk üç yılı hatırlaması, hatrında tutması imkansıza yakın bir şeydi. Ama o bazı kareler hatırlıyordu... Oturdukları tahta binada bazen annesi dışarıdan gelirken şekerli saat alırdı, bazen babası dondurma getirirdi bir de mor üstüne çeşitli renklerde kalpler yerleştirilmiş, fabrikasyon kazak ve etek takımı vardı. O elbiseyi giyip ip atladığı kare asla zihninden gitmiyordu. Oturdukları sokakta Ermeni komşuları vardı ve annesinin anlattıklarına göre epeyce yardımları dokunmuştu, ilk evlilik zamanlarında. Sokağında çoğunda Ermeniler vardı ve zaten o tahta binalar Ermeni evleriydi. Bazısı zorla göç ettirilmiş ailelerden kalma, bazı satın alınma, birkaçı beton arme... Onca Ermeni komşudan aklında yalnızca Makri teyze kalmıştı belki de annesi çok bahsettiği için olabilirdi. Galata köprüsünün üstünde yürürken bunları düşünüyor ve soğuk havayı derince içine çekiyor, minik adımlarla devam ediyordu. Bir yandan da düşünüyordu buralar hiç de eskisi gibi değildi. Kendisi de eskisi gibi değildi ki zaten hesap soracak, kendini haklı çıkarak neden bulamadı çünkü zaman herşeyi değiştiriyordu. Zamanın kendisi değildi değiştiren, bazı bir takım sevmediğimiz gerçekliklerdi. Onları hiç anmak istemedi. Birden anılarına tekrar döndü...

Onların  evi tam köşede sokağın başındaydı, daha evvel tam karşıdaki iki katlı tahta binada oturmuşlardı. Sokak yukarı doğru kıvrılıyordu ve oval bir köşeyle başka bir sokağa L biçiminde bağlanıyordu. Sokağın L'ye döndüğü köşede bir ev vardı ve o evde ilk arkadaşı Tuğba'lar oturuyordu. Onla ilgili hatırlayabildiği tek şey ismiydi, çok sonradan Yeşim isminde bir süt kardeşi olduğunu da öğrenecekti. Yıllar geçip çok şey birikmişti elbette, o biriken şeylerin bazılarını yeni anımsıyor ve şaşırıyor bazılarınaysa o kadar alışkındı ki,  bir dostmuşçasına sarılıyordu onlara. Tabi belli bir süre sonra taşındılar, oraları terkettiler, köyvari bir yere yerleştiler. Belki de ait oldukları yer orası değildi ama gitmişlerdi. İşte o bu taşınma hadisesini hiç hatırlamıyordu. Yalnızca yeni evlerindeki mutfak tezgahındaki pembe tabaklığı hatıralayabiliyordu bir de sıcak bir yaz sonunu olduğunu, hepsi bu kadar. Sekiz yaşındayken bir yaz üç ay süreyle kalmaya tekrar gidecekti o binaya o sekiz yaşının çocukluğuyla oraların ne kadar değiştiğini kavramayacaktı belki ama bu sefer yeşil kiloş eteğiyle tanımadığı bir dünyayla tanışacaktı. Bir işçinin kızı olmak cebindeydi, bir de esnaf kızı oluyordu ama bundan haberi yoktu...

O yaz kalbi ilk defa kıpırdamıştı, bir rus çocuğun bisikletle geçerken onu gözetlediğini, yanına gelmeye çalışmalarını görecekti. Utanmakla karışık değişik bir his duyacaktı. Sonra o bisikletli çocuğun geldiği yönde eski bir cami vardı ve o caminin küçük bir havuzu... O zamanlar camileri şaklabanlar ve dilenciler basmamıştı. Gerçekten işlevini görüyordu cami bir de çocukları sevindiriyordu. Çünkü o küçük havuzun içinde çeşitli renkli balıklar vardı ve bu balıklar sağa sola yüzüp duruyorlardı. Onları izlemek ne büyük bir mutluluktu kimse anlayamaz bir çocuktan başka. O sıralar cami hocası da iyi bir adamdı çocukları çok seviyordu, güzel bir dünya gibiydi orası ya da zihninde o kadar kutsallaştırmıştı ki farkında değildi. Çünkü çocukluk çok temizdir, en azından aklımızda öyle kalır, yediğimiz dayakları hatırlamayız bile. Ama bazen bisiklet sürerken düşüp yaraladığımız diz kapaklarımızda kalan izler öyle acımasızca çarpar ki, o küçük mutluluk günlerini özler hüngür hüngür ağlarsınız. Bunları düşündü Karaköy'den Eminönü'ne giderken, aklına bir de babasının Sultanahmet Sedef Büfe'de yedirdiği goralılar gelmişti Kumkapı'yı gezmek şart olmuştu.



27 Mart 2013

Otobüsten indi yağmur yağıyordu, inmeden önce yavaş yürüyüp ıslanmakta kararlıydı yaptı da. Yol boyunca dinlediği şarkılar onu epey duygulandırmıştı. Ayakta kaldığı için yarım saatlik yolculuk boyunca bir yere tutunup ayakta durmaya çalıştığı için kolu da hayli yorulmuştu, hasta olacak gibiydi burnunu çekip duruyordu, elleri üşüyordu.

Otobüsten inmeden önce aldığı kararı gerçekleştirdi, şiddetle yağan yağmurun altında yavaş yavaş yürüdü. Anladı ki hayat müziksiz, edebiyatsız ve çikolatasız geçmezdi. Öteki türlüsü azaptı. Yani insan aç olmadığı zaman başka arzular büyütüyor aşk gibi ondan da yoksun olunca şarkılara, şiirlere falan sarılıyor. Geceleri uyumayı sevmiyor zaten gündüzleri de uyuyamıyor.

Alabildiğine ıslandı, yeni diktiği çiçeklerini, onların büyüyeceğini düşünüp gülümsedi. Gerçekten hayat şarkısız, şiirsiz düşünülemezdi; o ikisi birbirinden ayrılamazdı da ayırmasınlardı. Uzaklara daldı...



23 Mart 2013 Cumartesi

Memur


Basit bir memur olmak istiyordu yalnızca oysa 21. yüzyılda basit bir memur olabilmek bile hayli meşakatli bir işti. Kaldı ki memur olsa dahi çoğu zaman parası da yetmeyebilirdi hem biliyordu ki memur olsa dahi istediği o küçük dünyasına kapanamayacaktı. Her zaman onu o dünyadan, birileri yaka paça çıkarıp gerçek dünyanın o acımasız, acı verici ve renksiz dünyasına atacaktı, o da itiraz etmeden dalmak zorunda kalacaktı. Evet biliyordu sokaktaki çocukları, dayak yiyen, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınları, açları, yoksulları ve daha nicelerini biliyordu, üzülüyordu, kendince çaba da sarfediyordu topluca kurtulmaya ama; o içindeki güvende olma, kabuğuna kapanma isteği hayallerinden asla ayrılmıyordu. Dedim ya üstelik çok iyi biliyordu asla hayalindeki o sessiz, huzurlu hayata erişemeyeceğini.

Hayatta çok az da olsa temiz insanlar vardı, temiz dünyaları olan o insanlar hayatımızın herhangi yerinde herhangi önemsiz birşey gibi duruyordu. Neden bu adar aldırış etmiyordu onlara o da bilmiyordu. Ancak bu insanlar bazen tahammül edilemeyecek kadar zamansız dalıyorlardı hayatının bazı kesitlerine, kızıyor rahatsız oluyor ama bunu asla belli etmiyordu. Bu bir iç düşünceydi bunu yazarken şimdi usulca kanatlanıp gidiyordu...

Memur olmak istiyordu; belki çok sevdiği, hayalindeki erkeği şekillendirdiği, çok fazla yakışıklı olmayan ama mazide olmanın verdiği sıcaklıkla yüreği dolduran Dostoyevski romanlarındaki adamlar gibi. Küçük bir evi olacak, belki cuma ve cumartesi geceleri birkaç duble içecek, o dublelerle birlikte şiirler okuyacak, şarkılar dinleyecek ve içlenecekti. İçinde bir yerde hep yalnız, mutsuz bir şeyler olacaktı bunu kabullenmişti ama yine de bugünden, zorundalıktan kurtulmak, kendi dünyasına kapanmak istiyordu. Babasız küçük bir kız ürkekliği ve ayakta kalma hırsıyla devam etmeliydi, neden böyle düşünüyordu bilmiyordu. Çünkü onu seven, başkalarının diline düşürmeyen, her ne kadar biraz öfkeli olsa da iyi bir babası vardı. Belki sorun da burdaydı babasıyla, yaşantısıyla ve diğer bir çok şeyle derdi neydi, neyi neden istemiyordu bilmiyordu. Tek istediği en az beş gün yatıp uyumak ve birşeylerden uzak olmaktı. Bunun olmayacağını biliyordu, hareketlenmek istedikçe müzmin bir hantallığa doğru yayılıyordu, ruhani bir buhrandı bu; dünyayı yakmak gerekiyordu.

Memur olsa da dünyada birşey değişmeyecekti, belki de şikayetçi olduğu herşey baki kalacaktı. Ama o bitter çikolatalarıyla, bazen içtiği içkilerle, bolca okuduğu kitaplarla ve bolca izlediği filmlerle tek başına mutlu olmanın yolunu bulacağını sanıyordu. Mutlu demeyelim de en azından sakin... Oysa memur bile olamayacaktı belki de, devlet denen haşmetli, sermaye denen gafleti caiz, şiddeti caiz, adaleti münferit şeyler onu köşeye sıkıştırdıkça sıkıştıracaktı. Üstelik hayatının hiçbir yerine aşk iliştirmeden, hep yalnız kalarak, hep onu sevenlerden kaçarak...

Hep de bir sayfayı bulamayan hikayeler yazıyordu, mütemadiyen bıkkın ve mütemadiyen tahammülsüz...