29 Aralık 2011 Perşembe

SİZE BARIŞ DİYORLAR




Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları... Ey bir halkı dizlerinin üstünde görmekten gönenen sahte eşitlik! Ey korkuyu, sevgi sanan aşağılık duygusu! Siyah ve beyaz dışında renk tanımayan alacakaranlık. İki yanında iki süngüyle şımarık cesaret. Konuşmak yerine bağıran özgürlük.

Ey gülerken ısıran iyilik, aşağılayan özveri, cezasız suç. Ey dağları düzlükle ölçmeye kalkan sığlık. Çokluğuna güvenen yanlışlık. Bir suçu, daha büyük bir suçla hafifleten tükeniş. Kendinden korkan öfke. Kan ter uykulara yastık olan taş. Ey başkasının bahçesindeki gergedan. Bir halkın türküsünü odalarda boğacağını sanan sağırlık.

Ey dağları evlerin üstüne yıkan cinnet. Ey narcissus. Kan ve gözyaşı. Yalnız gövdesiyle var olan sevgisizlik. Kendi ışığıyla yanan pervane. En yüce değeri zulüm olan ahlak! Ordularıyla soluk alan haksızlık. Bir halkın onuruna yağan kar.

Size, BARIŞ deniliyor. Artık ölülerimizin ışıksız gözlerinden değil, güneşle yunmuş pencerelerden bakmak istiyoruz dünyaya. Ciğerlerimiz soldu dağlardan kopalı. Evimiz gökyüzüydü sizden önce. Bahçelerimizi yeniden kurmak istiyoruz. Göçersek biz istediğimiz için göçelim. Öleceğimiz yeri biz seçelim.

Siz nasıl kendinizle göneniyorsanız, deniliyor, biz de kendimizle gönenelim. Bu rüzgar bizim türkülerimizi de taşısın. Sokaklarımızdan çekin soğuk gölgelerinizi. Avlularımızda asker görmekten bıktık artık. Bulutların sesini unutturdu uçaklarınız. Çocuklarımızın evlerdeki boşluğu mezar taşlarından büyük. Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi.

Ölerek değil, yaşayarak çoğalmak istiyoruz. Yoksulluğumuzu özlettiniz bize. Ömrümüz üzerine bizden başka herkes konuşuyor. Sizin kentlerinizin varoşları olmak istemiyoruz. Hapishanelerinizde bizim çocuklarımız var, ama onlar sizin boynunuzda asılı gerçekte.

Hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. Eşitlik, özgür ilişki ister. Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz. Biz de kendimizi sevelim, kimliğimize sahip çıkalım, deniliyor. Bizi değil, kendinizi yıkıyorsunuz. Görmüyor musunuz, her gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz.

Size, BARIŞ deniliyor. Bizim de kahramanlarımız var. Biz de geleceğe onurla bakmak istiyoruz. Örselersiniz, ama gülü karanfile benzetemezsiniz. Bir halk, deniliyor, ancak başka bir halkla zenginlik ve güzellik kazanır. Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.

Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ'ımızdan geçiyor, tutsaklığınızı görmüyor musunuz?

Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları... Ey kardeşliğin süreğen kışı. Bir halkın onuruna yağan kar. Ey bahçemizdeki gergedan. Ey narcissus. Aşağılayan özveri...

Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir. İyi olmaktan bu kadar korkmayın. Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya. Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz. BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır. Çıkarın kulaklarınızdan körlüğün tıkaçlarını...

Şükrü Erbaş
(Bir Gün Ölümden Önce, 1996)

diyorlar ;



"seven sevdiğini bulur diyorlar, umudumu kestiğimi yare söyleme"

12 Aralık 2011 Pazartesi

6 Aralık 2011 Salı

4 Aralık 2011 Pazar

evin en karışık yerinden

annemin araköyde sıyırdığı mahlepleri ve para makinası salyangozları, düş yordamıyla elliyorum. bu satırları size şeftali kokulu odamdan yazıyorum. teyzeler, ananeler, teyze kızları, teyze kızlarının çocukları ve mini minnak bir " bulut ", bugün hava çok güzel sevgili okur, yeni bir şeye başlamanın tam havası. tepemdeki raftan el sallayan kitaplar, arkamdaki masada bekleyen "insan kaynakları" ders notları ve bir türlü hocalarını ikna edemediğim mazeret sınavı tarihleri var kafamda. bir yerde temize çekilmeyi beklenen bir konuşma, diğer yanda çalışılacak dersler, bir yanda dinleti notları.

otobüste düşündüklerimi eve gelince nedense unutuyorum. babaların o eve girince baba olması halleri benim eve girince 5 yaşındaki çocuğa dönüşmemle eş değer gibi. çok genç olmanın çok kere vurgulanması, otobüsün rahatsız koltukları ve telefonda gelişen sevgili kavgaları kafamı karıştırıyor. 21 yaşında emekli kadın hayalleri kurup bir köye yerleşmeli düşleri kurmak için çok erken değil çünkü hiçbir zaman emekli olamayacağımı biliyorum.

yalnızlığa o kadar çok alışmak ki bütün sosyal iletim ağlarını kapamak kadar ciddi kararları tetikliyor. ben artık yok olabilirim ya da başka birşey olabilirim. beni ben yapan şeyler yok, beni ben yapan benim. o halde herkese karşı suskun kalmakta ve hiçbir şeyi anlatmamakta diretmek çok yerinde bir karar olur.

ben kimseyle oturup şiir yazmadım.

25 Kasım 2011 Cuma

uyuklamalı sayıklama

" geçer geçer " baştan savmalı, kendini ön plana atmalı fedakarlık oyunlarıydı baş ağrımın nedeni... hayır hayır, yanında 3 saatlik derin bir rüzgar da olmalı, afiyetle işlenecek bir akşam cinayeti için. sayıklamalı değil, uyuklamalı konuşuyorum. saçlarımın kabarması sinirimi bozuyor.

köşedeki kazıkçı bakkaldan aldığım büsküviyi kırıntılarını hoyratça saçarak birkaç kişiyle yedik. ne zaman acil biryere yetişmem gerekse herhangi bir köşedeki gereksiz, kazıkçı bakkal beni lafa tutar. hayır efendim saçlarım perma değil! doğal !

çoktan kanıtlamalı gerçekleriniz olduğunu düşünürsünüz doğal yerlerinize insanlar şaşırıyorsa. hem sinirlenip hem sakin gibi görünmek çok büyük bir eziyet. başım ağrıyor, taşıyamıyorum. çoktan seçmeli sınavların ağırlığını sırtımdan atalı henüz 3,5 yıl kadar olmuştu, hastalığım pazarları nüksedebilir. gereksiz ayrıntılardan biriktirdiğim takıntılarımla daha fazla mide yanması ve mide bulantısı biriktirebilirdim ancak stres bana çok cömert kabız bile edebiliyor.

kulüp odasında poşete kusmaya çabalarken onca insanın içinde, gereğinden fazla doğal olduğumu farkettim. daha sonra farkettim öğürtülerim insanları tiksindirebilirdi oysa ben bu tür konularda tiksinmeyi pek bilmezdim. anladım. önemliydi dünyayı başkalarının gözünden görmek.

ellerim çok üşüdü ya ayaklarım? başım ağrıyor, tüm günün hıncını alırcasına zonkluyor. köşe yazılarını saklamak gibi huylar edinseydim ya da kupon biriktirmek gibi hobiler; eminim baş ağrılarımı da biriktirirdim. ilaç isimlerini saymayı sevmem ama apranax, parol, aprol fort ve minoset gibi sikik ilaçlar bir boka yaramıyor.

uykuuu
uykuuuuu
uykuuuuuuu

24 Kasım 2011 Perşembe

bilmem ki

ders, çalışıyordum bir taraftan da düşünüyordum. çoktan beri yazmadığımı hatırladım. hem zaten güzel şeyler yazmıyorum ama kafam boşalmış oluyordu en azından. zaten burası biraz mabed gibi herkes göremiyor, görmek isteyen geliyor. iki gündür aynı şarkıyı dinliyorum, iki haftadır ağlayacak gibiyim. iki gün önce ağlamıştım, sonra ci ile konuştum rahatladım. onu da kırmıştım daha önce ama olmayacak dualara amin demeyecek kadar akıllı bir kafirim.

güvende olma isteği güvensizleştirmiyordu beni? yalnız kalıyordum. sebepler buluyordum. en nihayetinde kendimle mütabık olduğum bir noktam vardı o da güzel bir kadın olmayışımdı. hep yakın arkadaşlar, çok sempatiksin, çok okuyorsun gibi şeyler söyleyip sanki 21. yüzyılda sevilmek kıstası bunlarmış gibi konuşuyorlar. sevilmek için yapmıyordum bunları ki sevilmek için özel çaba harcamak da saçma değil mi zaten? çok güzel şiirler yazmak isterdim ama yok o istidad. beni öldüresiye ağlatacak bir şarkı arıyorum ama kimsenin olmaması da gerekiyor ağlamak için. nedense herkes var etrafımda.

evet mutsuzum, bu uzun bir süre böyle de gidecek gibi.o beklenen kişinin, o doğru kişi dediklerinin gelmeyeceğini biliyordum. evet tek derdim sevilmek değil ama bu sıralar tek derdim oymuş gibi davranıyorum. gerçekten yaşamanın gerekliliğini sorgular haldeyim, kendimi yok edecek kadar cesur değilim ama bu hayata devam edebilecek kadar zavallıyım. bu zavallı sürüngen halimi neden istiyorum anlamıyorum. başka bir sürüngene ihtiyacım var daha fazla sürünmek için. ben gibisi lazım galiba, umutsuzum.

ilk kez değil bunlar oluyordu da arada bu defa daha kötü oldu sanki. bir çoğuna göre genç oluşumu kenara koyarsak eğer geçen zamanla birlikte mutsuzluklarımı daha ağır geçiriyorum. bu böyle devam ederse otuzuma varmadan kahır yükü olabilirim.

2 Kasım 2011 Çarşamba

şu yalan dünyadan usandım

Anadolu olabilmek vardı, övündüğümüz şeyler olabilseydik keşke. Ben ne şehirliyim ne köylüyüm, kendimi hiçbiryere hiç kimseye ya da hiçbir nesneye ait hissetmedim zaten hiçbiryerim, hiç kimsem ve hiç nesnem de olmadı.

Bıktım, inan ki bıktım... Bu kendini anlatamamalar, yaşamdan usanmalar, henüz çok yıllar geçmese de çabucak eskimeler, herşeyi bilmeler fakat gerekenleri yapamamalar. Yazdıklarıma dönüp bakıyorum ara sıra komik buluyorum, geçip gidiyor. Zaman geliyor ki o an hissettiğim acı, dünyanın en beter acısıymış gibi geliyor. Garip değil mi, dünyanın biryerlerinde benim gibi canı sıkılan ve o anki hislerini dünyanın en ağır acısıymış gibi hisseden birkaç tane insan vardır mutlaka. Ama ne onlar beni, ne ben onları anlarım.

Yalnız kalmak/kalmamak işte bütün mesele bu. Ne zaman yalnız ne zaman yalnız değiliz bilmiyoruz. Yalnız kelimesinin tekbaşınalık anlamıyla karşıtını bulamadığımız gibi her zaman yalnız olduğumuzun farkında da değiliz.

Benim memlekete gitme zamanım geldi, gidemiyorum.

Bu arada benim Bulut adında bir erkek kardeşim daha oldu, yarın 40'ını çıkaracağız. Otobüste Bulut'un birgün 20li yaşlara geleceğini, annemlerin öleceğini gözümün önüne getirdim. Tabi bu acıyı anlamamanız çok doğal. Bulut çok küçük, el kadar, mucize gibi geliyor bana. Annesi gibi hissediyorum bazen kendimi, işten gelirken okuldan gelirken bir an önce ona kavuşmayı istiyorum. Çok değişik kaygılar besliyorum, kaygılar korkularımı ortaya çıkarıyor. Otobüste ağladım, gerçekten ağladım. Birden annemin babamın öldüğü geldi gözümün önüne, tutamadım kendimi. Ben çok korkak biriyim, gerçekten çok korkak.

2 Ekim 2011 Pazar

tel cambazının kendi başına söylediği şiir

Beş kere yedi mi dediniz, dursun
Yıldız poyraz gündoğusu, dursun
Fasulya mı dediniz, dursun
Ben varım sen varsın o var
Dursun,
Ben şimdi gelirim.

Ben eskiden hep acıkırdım
Alıp başımı ekmeklere giderdim
Eski evlerde orospulara giderdim
bulutlu geniş meydanlara giderdim
Sevdalı şiirlere giderdim
Şimdi doymadım ama unuttum
Devenin başı mı dediniz, dursun
Dursun,
Ben şimdi gelirim.

Bu işte bir şey var anlamadım
Körpe kadınlar basık odalarda mı, dursun
Hoyrat gemiciler uzun seferlerde
Darağacında bir adam mı dediniz, dursun
Yeraltında gizli sandık mı, dursun
Bahçeler dursun, kızlar dursun
Anlattıklarım, anlatamadıklarım, anlatamayacaklarım
Senin yakanda bir el mi var dediniz, dursun
Dursun,
Ben şimdi gelirim

Turgut Uyar

30 Eylül 2011 Cuma

Son birkaç haftanın birikimi..

Yüce TÜRK milletinin mutabık olduğu tek konu Kürt Meselesi. Kürt dendiği anda terörist kelimesi hemen ağızdan çıkıyor. CHP'si MHP'si AKP'si ya da diğer herhangi bir sistem partisi ve onun yandaşları ağız birliği yapıyor. Çok iki yüzlüsünüz çok. Barış isteyen insanlara terörist diyebilecek kadar adi insanlarsınız. Daha gitmediğiniz, adım atmadığınız, terör dediğiniz mesele olmasa dahi uğramayacağınız topraklar hakkında çok rahat ahkam kesiyorsunuz. Milliyetçilik o yüzden çok lanet ve pislik bir illet.

Devlet dediğiniz aygıt, vatandaşlarının refahını, can ve mal güvenliğini sağlamayı güvence altına alan bir aygıt olması gerekirken bugün devletler, vatandaşlarını öldürüyor. İnsan hakları evrensel beyannamesinde bahsedilen en doğal olan yaşama hakkınız hergün gaspediliyor. Devlet geliyor bu köyü boşaltacaksın diyor bir anda çulsuz ve yersiz kalıyorsunuz, yıllar yılı sürüyor bu bir taraftan feodalizm var, dinin etkisi var ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Şehre geliyorsunuz şehirli değilsiniz, köye gidemiyorsunuz çünkü boşaltılmış. Zorla dağa çıkmaya itiliyorsunuz çünkü legal yollarla yaptığınız bütün hak arama mücadeleleriniz boşa gidiyor.

İnanç özgürlüğü diyorsunuz, hem TC'de hem Osmanlı'da katlediliyorsunuz. Osmanlı döneminde her yeni padişahla beraber yeni bir Alevi kıyımı yaşanıyor, direniyorsunuz. TC geliyor aynı inancı paylaştığınız insanlar 1938'de katlediliyor. Ve bu Aleviler tarafından o kadar kabul ediliyor ki ama o dersimdekiler kürttü, hak etmese atatürk bunu yapmazdı deniliyor Aleviler tarafından. Hükümet değişiyor Aleviler'e o laikliğin sunduğu inanç özgürlüğü hiçbir zaman tanınmıyor. Sünni yapılı TC devleti Allah'la aranıza kendisini sokuyor. Hayır diyor inandığınız öyle değil böyle. Peki sünniler kendi inançlarını özgürce yaşayabiliyor mu? Hayır. Sistem ve devlet kendi müslümanını, kendi Kürt'ünü, Türk'ünü öyle güzel dayatmış ki ne olduğunu anlamadan özünden kopmuş bir inanç sistemi sanki sizinmiş gibi size kabul ettiriliyor.

Bütün bunları toplayın, içine bir de Alevi-Sünni çatışmasını, Kürt-Türk çatışmasını, geçim sıkıntısını, işçi sınıfının içindeki rekabeti ve diğer bütün zorlukları ekleyin iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Birileri çıkıyor daha adım basmadıkları topraklar hakkında ahkam kesiyor, bir halktan nefret ediyor ve lanetliyor. Birileri çıkıyor daha kendi inancına sahip çıkamazken başka inançtakini lanetliyor. Devlet geliyor herkesi birbirine katıyor. Deniz Feneri suçluları ortadayken birşey yapılmıyor, Nedim Şener-Ahmet Şık içeriden bir türlü çıkamıyor. Mehmet Ağır komik senelerle hüküm giyiyor, öğrenciler parasız eğitimi savundukları için içeriden çıkamıyor. O nefret ettiğiniz Kürtler birleşiyor, meclise milletvekili sokmaya çabalıyor, önü kapatılıyor. Alevi çalıştayı yapılıyor, Alevi inancı yok sayılıyor. Süryani diye birileri dışlanıyor. HES'lere karşı çıktığı için insanlar eşkıya oluyor, haydut oluyor. İnanç özgürlüğü diyorsunuz ateist diye ve bunu karikatürize ettiği için hapis isteniyor, çevirdiği kitap için içeri alınıyor bu memlekette insanlar.

Ben PKK'li değilim bunu da burda vurguluyayım. Barış taraftarı bir insanım ve savaşın kaynağını da sistemin kendisi olarak görüyor, devletin de bu konuda bir aracı aygıt olduğunu düşünüyorum. Ben ölen insanlar için hakiketen çok üzülüyorum. Gerillası ölünce de, askeri ölünce de, sivili ölünce de içim cız ediyor. Kimseye karşı kimseyi savunmuyorum üzüldüğüm ve sizin yanıldığınız nokta şu düşmanın kim olduğunu seçemiyorsunuz. Asıl bölücünün farkında değilsiniz, yazık.

Ve birçoğunuz hala o hiç uğramadığınız topraklar, o hiç bilmediğiniz inançlar üzerinden konuşuyor ahkam kesiyorsunuz. O hep birleştiğiniz Kürt Meselesi'nin ardından, solcu geçinen acuzeler %50'yi ahmaklıkla, gerizekalılıkla suçluyor, o %50 bu ülkeyi size dar edeceğiz diyor. Sonunda ne kalıyor? Birbirini yiyen bir açlar ordusu. Acınılacak durumdayız insanlık olarak.
İnsanlık öldü, gerçekten öldü.

Hepimizin başı sağolsun.

21 Eylül 2011 Çarşamba

yağmur yağdığında

yağmur geldi ya mutlaka birşeyler yazmam gerekir. iyi ya da kötü. beğenilsin diye değil de arzı hal için yazarım ben, öylesine yani ama ölesiye...

ne zaman yağmur yağsa eteğimdeki taşları dökerim bir bir, göz yaşlarım dökülür tane tane, hüzünlü şarkılar söylenir odamda yalnızlıklara dair. insan dediğin mahluk hiçbir zaman tüm yaşantısında mutlu olamayacaktır bunu bilir. belki de yaşamak küçük mutluluklar içindir nerden bilebiliriz ki?

ne zaman yağmur yağsa çay demlerim ben sigaramı da katık ederim yanına. aslına bakarsan sigara şiirsel olsun diye kullanılan imgelerin başında gelir ama bana hırpani ve hüzünlü geliyor. sigara kalsın bir köşede.

bugün yağmur yağdığında birşeyler değişmişti, adını koyamasam da değiştiği çok açıktı. ilk defa toprağın kokusu tütmedi burnumda, köpekler yalnızlıktan havlamadı, çocuklar yağmur eşliğinde oynamadı sokakta, bizim bahçedeki ağaçlardan başka ağaç mutlu olamadı çünkü ağaç kalmamıştı , köpekler kalmamıştı, toprağa dair hiçbir yer kalmamış, ağaçları bir bir katletmişlerdi, çocuklar betonlara tıkıştırılmıştı. hiç olmadığı kadar yaralayıcıydı yağmur hiç bu kadar usul fakat acımasız yağmamıştı. çünkü bahçelerimizi ve kaldırımlarımızı çalmıştı imar müdürlüğü.

bugün yağmur yağdığında farkettim ki çocukluğuma dair herşey gitmişti. demin dedim ya çocuklar yağmur altına çıkmıyordu. kimse yağmur tanelerini yutmak için dilini çıkarmıyor, yağmur toplamak için avuçlarını açmıyordu. bu sefer eylül'ün tadı yoktu. çocukluğuma dair herşey gitmişti... çünkü herkes burayı terketmişti. yolda ıslanırken farkettim ki bu sefer Olgun yoktu, Cüneyt bile gitmişti. Gül de evvelki yıl terketmiş, kırgın olduğum ve ismini vermek istemediğim bir dostum da çekip gitmişti. herkes buraları terkederken, herkes Esenyurt'tan kaçarken ben hep burda kalmıştım.

giderek içine gömüldüğüm odamda bütün yol yorgunluklarına rağmen güçlüydüm. burası benim sığınağımdı. yeniden yaratmaya, defalarca koşmaya, tüm mutsuzluk ve hayal kırıklıklarına rağmen tekrar aynı şeyleri yaşamaya gücüm vardı. çünkü ben Esenyurt'u terketmedim hiç. bazen küstük, bazen heryere uzak diye ona çok kızdım, onu defalarca terketmek istedim; kimi zaman cesaret edemedim kimi zaman olanaklar el vermedi ve ben hep burda kaldım. ama onu hiç bu kadar bozulmuş ve örselenmiş bulmamıştım.

büyümekten midir gerçekten bilmiyorum, sanki hayat hep tek başınalıkmış gibi geliyor. kralcıklar, iktidar mücadeleleri, tepinen filler ve ezilen çimler hepsi birleşiyordu. üstüne bir sancılı doğum, gelecek kaygılarım ve toyluğum ekleniyordu. kendimi temize çıkarmak adına söylemiyorum ama ben hep iyi niyetli bir insan olduğumu sanıyorum. ve fakat kaybetmek değil de kötü sonuçlar elde ediyorum.

biliyorum hepsi, herşey gitti ve belki de bir daha gelmeyecekler. ben ne zaman terkederim buraları bilmiyorum. ama şunu söyleyebilirim ben vedalardan çok korkuyorum.

14 Eylül 2011 Çarşamba

öyle halsizim ki sorma




Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın,
Öyle yorgunum ki hiç sorma
Sen halimden anlarsın.

Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın.
Mavi bir gökyüzümüz olsun, kanatlarımız
Dokunarak uçalım.

İnsanlardan buz gibi soğudum,
İşte yalnız sen varsın.
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın.

Cahit Külebi

2 Eylül 2011 Cuma

Kadına Şiddet ve Zekiye

Esenyurt'taki yüzlerce, Türkiye'deki binlerce ve hatta on binlerce kadından biriydi Zekiye. Kocasından dayak yiyordu acımasızca, demirden borularla dövülüyordu. Dayağa doymamaktan değil de "namus" nedeniyle boşayıp kurtulamıyordu eşi olacak heriften. Kendine göre de bir bahane uydurmuştu " çocuklarım "... Oysa kocası ne çocuklarına sahip çıkıyor, ne eve sahip çıkıyor ne de başka birşey yapıyordu. Çalıştığıyla alkol alıyor, kadınlarla düşüp kalkıyordu.

Zaten asıl çelişkide burda değil miydi? Bir kadının başka bir kadın için ezilmesi ve kadınların bu "üstün güç" altında kendilerini var olmuş sanmaları. Türkiye'de kadına yönelik şiddetin büyük bir kısmı aldatılan kadınların tahammüllerinin azalarak tepki vermesiyle birlikte artıyor. Yani hem suçlu hem güçlü meselesi...

Hiç şansı olmamıştı Zekiye'nin. Evlatlık olarak büyümüş hep boynu da bükük kalmıştı. Türkiye gibi bir ülkede kadın olarak doğmak bütün kadınların en büyük şanssızlığı değil midir zaten? Ne güvenilecek bir devlet var, ne saklanılacak bir kapı. Üstelik bu kadar aşağılanmaya ve hor görülmeye rağmen utananın kadın olması garip değil mi? Hiç garip değil, erkek egemen ve faşist bir hükümet ve hatta muhalefet varken neye şaşırabiliriz ki? Dayağa, sopaya, aşağılanmaya, aldatılmaya o kadar kanıksadık ki insan olduğumuzu unuttuk. Birileri hala mecliste kelle hesabıyla toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için çalışadursun.

Sizlere de garip gelmiyor mu, her geçen sene kadına yönelik şiddet ve aşağılanmanın artıyor olması. Ne zaman ağzı açılsa "sözün bittiği yer" diyen başbakan, kadınların " şiddetin bittiği, ölümün başladığı yerde" olduğunu görmüyor mu ?

Biz gelelim Zekiye'ye, bir evin hem kadını hem erkeği üstelik çalışıyor da. Bu kadar güçlü bir kadınken nedir onu bu işkencelere razı getiren hiç düşündünüz mü? Çoğumuzun gazetelerde hemen hergün okuduğu, varoş mahallelerde oturanların hergün gördüğü bu olaylar vicdanlarımızı rahatsız etmiyor mu? Üstelik kadına yönelik şiddet kronik bir hal almışken devlet neden etkili girişimlerde bulunmuyor? Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da dişe dokunur birşey yapmasını beklemek iyimser yanımızın ağır bastığı zamanlarda gerçekleşiyor. Zaten kadın meselesi de derinlikli ve yılların biriktirdiği bir mesele. Sosyal, kültürel, ekonomik alan tamamiyle erkek egemenliği üzerinden tanımlı.

Bayramın ilk günü Zekiye'nin evine gittim, kapıyı açtı, gördüm ki kolunu sargıya almışlar. Şiddet gördüğü gece geldiğinde -nedendir bilinmez- birşey söyleyemiyordu. Çekip gidemeyeceğini kabullenmiş, yine eve döneceğini biliyordu belki de. Nasılsın iyi misin dedim, mutsuz bir surat ifadesiyle karşılık verdi. Burda da suyu ısınmış ailecek başka bir mahalleye taşınıyorlarmış. Bir de başka yerlerde bakalım dayağın tadına diyor.

Devlet büyükleri kadını bir özne olmaktan çıkarıp ailenin içinde kaybededursun, kadına atılan her tokat "kutsal aile"nin güçlenmesine katkı sağlamaz da ne yapar? 2011'in ilk altı ayında yaşanan onlarca kadın cinayeti devletin ve kolluk güçlerinin bu konuda ne kadar hassas olduğunun en büyük göstergesi. Öyle bir duruma geldik ki kadınların cinayet sonucu ölmelerine değil de devlet tarafından güvence altına alınmasına şaşırıyoruz.

Muhafazakarlık arttıkça kadına yönelik şiddet de kat be kat artıyor. Geriye kaderine mahkum kadınlar kalıyor.

1 Eylül 2011 Perşembe

dünya barış günümüz kutlu olsun

Tüm insanlığa, işçi sınıfına, ezilenlere, kadınlara ve çocuklara, dünyadaki tüm barış yanlısı insanlığa selam...

Barışa ve kardeşliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, ve özellikle bugünde ve dileklerimiz doğrultusunda dünyanın her anında barış olsun. Anlamaktan, dinlemekten, birlikte yaşayabilmekten daha güzel ne var ki?

Bırakın şu toprak, hudut sevdalarınızı. Törelerinizi, parayı, güce tapınmayı silin aklınızdan. Gerçekten şu dünya malı dediğimiz meretten, inançlı dostların " dünya nimetleri " dedikleri geçici zevklerden ve paradan ve egemenlik vazgeçerseniz dünya gerçekten çok güzel olacaktır.

Özgürlüğü için, barış için mücadele edenlere, insanı kıble alanlara selam olsun.

Çocukça bir tebessüme, anlayışa ve birbirimize merhaba demeye ihtiyacımız var.

Barış, hemen şimdi !

24 Ağustos 2011 Çarşamba

mary and max





İnsan tüm çirkinliklerine, kusurlarına ve hatalarına rağmen kendini sevmelidir. Yaşamanın anlamsız geldiği zamanları her birimiz mutlaka hayatlarımızın bir dönemlerinde yaşamıyor muyuz?
Mesela yaşamayı seviyor musun deseler bana net bir cevap veremem. Bazen sorgulamıyor değilim neden yaşadığımı; o zamanlar birşeyleri değiştirmek için diyorum. Ve fakat öyle zamanlar oluyor ki değil birşeyleri değiştirmek yerimden kıpırdamak dahi istemiyorum. Eh tabi bu gibi durumlarda insan kendiyle çelişmiyor değil. Ama şunu unutmamak gerekir yaşadığımız sıkıntıları başka şekillerde diğer insanlar da yaşıyor. Önemli olan kendini sevmekle başlamak sonra diğerlerini de seviyorsun zaten.

Velhasılı bu kadar laf kalabalığı yaptım da. Bu aralar mutsuzluklar içersindeyim ne zaman böyle zamanlar yaşasam Mary and Max'i izliyorum. Çünkü mutlu ediyorlar beni. Bazen de Amelie'yi izliyorum ne yalan söyliyeyim. Acılar da mutluluklar da yaşamı anlamlandıran şeyler değil midir zaten? Kronik bir acı elbette herkesi yorar ama acı çekmek bazen insanı büyütüyor.

Mary and Max tüm sevip de kavuşamayanlara gelsin!







13 Ağustos 2011 Cumartesi

kendi ve diğerleri




Yalnızlığa o kadar çok alışmıştı ki hep kendiyle uğraşıyor kendine kusurlar buluyordu. Aşkı aramanın faydasız olduğunu asla mutlu olamayacağını değil de her zaman mutlu olamayacağını anlamıştı birkaç zaman önce. Kısa bir süre önce içki içmemeye karar vermiş, hayatında küçük devrimler yapmak için çaba sarfediyordu. Hayal kırıklıklarına rağmen dünyayı değiştirmeye ve her zaman gülümsemeye gücü oduğunu keşfetmişti; bu hoşuna gidiyordu ama çok da iyi bir şey değildi sanki… Güçlü kadınların güçsüz arkadaşları olur sözüne inanmaya başlamıştı yaşadıklarının toplamı bunu ortaya çıkarmıştı, hepsi bu. Daha önce kendini hep kendi ağzından anlatmıştı bu sefer üçüncü bir kişiyi konuşturuyordu, tek derdi kendine dışardan bakabilmekti.

Yüzünden belli belirsiz çilleri vardı, yaz gelince yüzünü işgal ediyorlardı tümüyle. Yazı biraz o yüzden sevmiyordu biraz da bunaltıcı buluyordu; kusurlarını ortaya döküyordu yaz bir de yalnızlığını deşifre ediyordu. Yol gitmeye, parasız gezmeye bıkmıştı, ne evde ne sokakta ne de diğer yerlerde anlaşılmayacağını biliyordu. Ve artık insanların onu kabul etmesini, sevmesini, saygı duymasını beklemiyordu. Her zamanki gibi biraz şarkı, biraz şiir, birkaç roman ve birkaç film vardı yanı başında. Onlar da anlamıyordu onu ama içlerinde kendinden bir şey buluyorlardı mutlaka.

En çok da insanların hep kendini anlatma ve kabul ettirme çabasından sıkılmıştı. Hep dinliyordu, dinlenmeyi bekliyordu ama hiç olmuyordu. Ses de çıkaramıyordu, susuyordu. Otobüslerdeki insanlardan, okuldakilere, evdekilere hemen heryerde herkese çıldırtıcı bir öfke besliyordu artık gerçekten çok sıkılmıştı. Evden ve hatta odasından bir adım atmaya gücü, takati kalmamıştı ve insanlar ısrarla onu biryerlerinden çekiştiriyordu. Kendi çelişkisinin de farkındaydı bir takım insanlar olmadan da yaşayamazdı ama birlikte yaşamanın daha “olur” bir yolu olmalıydı.

Herkes herşeyi biliyor, kendi bildiklerini ve kabullerini de kendisinden de istiyordu. Zavallıydılar ve zavallıydı, müthiş derecede kıstırılmıştı. Mukaddes bir mahrumiyetle aptal gözlerle bakıyordu dünyaya. Hayır bu melankoli değildi fazla bıkmış ve fazla usanmışlıktı. Herkes kendini anlatmak derdindeydi, hepsi bu.

Dünya yalnızca iki şeydi; kendisi ve diğerleri. Kitaplar bekliyordu bir de eski şarkılar. Gitmeliydi, herşeyden uzak olmalıydı ve dağınıklıklarını toplamalıydı. Kısa kısa veda ediyor, uzun uzun düşünüyor, kayboluyordu.

Yine de uçmalıydı, uzaklara gitmeliydi, hepsi bu.


25 Temmuz 2011 Pazartesi

bir şarkı hüznüne dair

sıradan şarkıları sevebilecek kadar geniş bir yüreğimiz var bizim. avam kamarasından selamlar !

bir yamalı abam, bir yaralı yüreğim yürüyorum, yürüyorum yollar bitmiyor. anladım ki yaşamak yolda olmakmış, aşkı aramak ve diğerleri... insan yüreğini birine bağlayıp sabit kalamıyormuş, stabilize birşeymiş yaşam dedikleri. öpüşmek her ne kadar duygu yüklesek de mekanik birşeymiş ve aşk; hep yanılmak ve yalnız kalmakmış.

otobüslerde damla damla ter akıtıp ordan inşaatlarda kürek sallayacak kadar yoksulduk biz, yüreğimiz öyle geniş.

küçük mutluluklara sığdırabiliyorduk hayatı, bir paket uzun bahar sigarası ( sizin kamyoncu sigarası dediğiniz ), iyi kötü bir yatak ve de ilerleyen yaşlar için sefaletten çıkamayan birkaç torun tombalak. hiç sorgulamıyoruz hayatı zamanımız yok, faydası da olmadığı gibi. biz en iyisi karanlık sokaklar olalım, sizler ışıklı sokaklarınızdan vazgeçebilirseniz görürsünüz belki bizi.

anladım ki öpsem de seni aşk yoktur, yoksul umutlar biriktirmek esastır. bazen tek istediğim şey çorapta forma çeken herhangi bir genç kız olabilmek. daha fazlası değil.
belki hayat o zaman daha dolu, dudakların daha öpülesi olurdu.

24 Temmuz 2011 Pazar

dumanlı dumanlı

ben bir genç yaşta ölenlere
askerlerin ve gerillaların ölmesine
bir de şair ölümlerine üzüldüm.
gerisi yalan.

bir de hep böyle zamanlarda köyümü özledim.


11 Temmuz 2011 Pazartesi

sen beni öldürüyorsun

bazı yaz gecelerinin serinliği, bazı yaz günlerinin boğucu olmayan rüzgarları gülümsetmeye yetmiyor artık. hayat tümüyle terlemelerin yapışkanlığını, yaz gecesi huzursuzluklarını ve sevilemeyen sevgilileri sunuyorsa önüne ve sen o içine saplandığın melankolik ruh halinden çıkamıyorsan yapacak hiçbirşey kalmamış demektir. katlanmaktan başka.

ne zaman istesen yanında olmazlar zaten ne denizler ne kumsallar ne ağaçlar ne diğerleri. adayı özlüyorsan ve herşeye rağmen gülümseten bir ferah rüzgar istiyorsan, yaşaman gerekir belki bir umut, ufacık.

gitmeler-gelmeler-ölmeler-yaşamalar ve içi patlamış lambalar: bir dünya gerçekliğinde melankoli yaratan imgelem ürünleri.
ve hiç aklından çıkarma bütün okudukların, dinlediklerin ve izlediklerin umutsuzluk mahsulleri.

ölmek de yaşamak gibi ciddi bir iştir hem yapılması güç bir iş.

26 Haziran 2011 Pazar

insanlık muhasebesi

Resmi ideoloji, sağ görüşlüler ve birçok kemalist cenah yıllardır doğudaki insanları barbarlıkla, gericilikle, teröristlikle, bebek katilliğiyle suçladı. Dillerini konuşmalarına müsade etmediler, Adana, İstanbul, İzmir ve envayi çeşit büyük şehirde bu insanları bokun püsürün içinde yaşamaya mahkum ettiler. O insanları feodalite içinde, hırçın bir şekilde yaşamaya mahkum ettiler.

Dağa çıktı bu adamlar "terörist" oldular, meclise girmek istediler alınmadılar ! İyisiyle, kötüsüyle, çocuğuyla-yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle sokaklara döküldüler yine o teröristlikleri suratlarına çarpıldı. Özellikle AKP döneminde çatışmaların arttığını görüyoruz " açılım " dediler yutmadı o insanlar. Vatansever geçinen birçok TC vatandaşından daha cansiperane memleketlerini savundular! Birileri çıkıp da şimdi bölücü bilmem ne diye konuşmasın onlar hepimizden daha birleştiriciler.

Oturup bi düşünün hangi biriniz özgürlüğünüz için canınızı siper etmeye hazırsınız? Bu kadar baskıya, zulme, işkenceye rağmen kaçınız onurlu bir yaşam mücadelesi verebilecek güçtesiniz? Ben bu görüntüleri gördükçe insanlığımdan, aldığım nefesten utanıyorum.

Daha bugün birkaç saat evvel Şişli'de olaylar çıktı. O kadar çok kanıksadık ki doğuda olanlardan bahsetmiyorum bile. Henüz seçimlerden hemen önce Hopa'da "eşkıya" lar vuruştu. Kalkıp kimseye siyaset ahkamı kesecek değilim ama insanlığın ne demek olduğuna dair en ufak bir ışık kaldıysa içinizde insanlık muhasebesi yapın. Benim gönlüm daha da elvermiyor bu olanlara.

p.s. : seçim sonuçlarından bahsetmeyin, iradenizi ortaya koyun.

aha da bu blogu yazmama neden olan görüntüler
http://www2.dha.com.tr/dhavideogaleri.asp?vid=178269

15 Haziran 2011 Çarşamba

adım Şakir

Adım şakir
tabancamı orta gözde saklarım
bütün zilleri çaldım
her kız en az bir kere terketti beni
adım Şakir
bekarım

Adım Şakir
sakat bir atın mümkünse burnuyum
gururluyum
yaşadım ve savaştım
sümüklü bir fil gibi
aslen özürüm
çolak bir boksörüm ötekinin ringinde
adım Şakir
sakarım

Adım Şakir
bana katil diyen türbedar
olmadımsa birimi klonlarım
adı Şakir
adım Şakir
şoparım...

Selim Temo

8 Haziran 2011 Çarşamba

Laleli'de Bir Azize/Zafer Ekin Karabay

I.

Sen körebesin bütün oyunlarda
ve destanlarda küçük bir göçebesin.

Ben bir beraat takviminde günahkarım.
Kaldırıma yasak düşer, mekruh yaşarım

Bir de bilirim
ne sözlerim ne de dizelerim bengidir
bilirim
saçların rüzgarla kafiye
elerin bu aşka teşnedir.

...Artık uzat elini
uzat ki kendimden sürgün geldim
"şairler anlaşılmaz" dedin
sürgünlerden düşsüz geldim.

Gel düş dilenelim, düşkün sevelim.

II.

İşlemez yalan ve talan aşkların hükmü
Çünkü aslolan gitmek değil, kalmaktır
Çünkü aşk
dinmez bir yağmur
ve yasa dinlemez bir halktır.

Bu yüzden sen de
Aşklarını da saçların gibi geriye sal
ve benimle kal
Çünkü
en acımasız yanıdır tarihin
imge soykırımında bir şiir emekçisinin ölümü.
ve senin hüzünle örtüşen yüzün

Kaldırıp düşler sokağına çıkma yasağını
dinle kalbimin gürültüsünü
-Ne dize gelirim
ne dizesiz bir yere-


3 Haziran 2011 Cuma

haziranda yaşamak zor

haziran direnişleri, ölümleri, zulümleri bir de üstüne metin hoca'nın ölümü...1-2 hafta sonra doğum günüm anladım ki haziranda ölmek kadar doğmak da zor.

şu 21 yıllık ömrümde aklımın yettiği zamandan bu yana bu memleket bir gün yüzü görmedi, yediğimiz yemeği hep boğazımıza dizdiler. üstelik sırtımızdan kazandılar, çay kaşıklarıyla verip koca koca kazanlarla aldılar. bazıları tatlısı da var acısı da var diyor; biz tatlı olmasını istediğimiz var o tatlı yanları.

zulmü, baskıyı, polis copunu, tazyikli suları, gaz bombalarını, çocukların ölmesini, insanların öldürülmesini o kadar kanıksadık ki normal şeylermiş gibi geliyor sanki oysa içten içe biriktiriyoruz. modernizmdi,postmodernizmdi, ülkenin bekasıydı, gayri safi milli hasılaydı derken, gayri insani yaşıyoruz.

arabesklik değil bu aksine umuda bağlılık kavgada düşene, döğüşene bin selam olsun. direndikçe güzelleşir dünya, boyun eğdikçe rezilleşir.



30 Mayıs 2011 Pazartesi

lhasa vs asaf halet çelebi

çin kadar uzaklardan
can kadar yakından
sen bir masal kızısın
dün
çinden gelmiştin
bu gün
lizboa'dan

yüzünde tarçın kokusu
gözünde cîn
bir gün buradan gidersin
mariyya

can kadar yakın
çin kadar uzak
lizboa boyalı haritalarda kapanır

bir gün buradan gidersin
mariyya
aynalarda seni ararım
bu şehirde seni ararım
bu dünyada seni ararım
mariyyaaa



Λάσα Ντε Σέλα - Το Πουλί salamaki

18 Mayıs 2011 Çarşamba

İbrahim Kaypakkaya




"...binadan koşar adımlarla çıkan yarbay cipin yanına geldi. Ali Kaypakkaya'ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdiler. Bir koridordan geçtikten sonra yarbay, Ali Kaypakkaya'yı bir odaya aldı.

İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya'nın içi kararmış "İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan" diye düşünmeye başlamıştı.

Beyaz önlüklü adam, Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona "otur şuraya, buyur sigara yak..." demiş, paketinden sigara uzatmıştı.

Ali Kaypakkaya ne sigara aldı, ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı.

O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim komutanı korgeneral Şükrü Olcay, yanında bir albay, hastane müdürü ve bir-iki subayla içeri girdiler.

Şükrü Olcay yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya'yı süzdü, "sen İbrahim Kaypakkaya'nın babası mısın" diye sordu.

Ali Kaypakkaya "evet" diye yanıtladı onu.

Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle "bunu birdenbire söylemek olmaz, ama ben söyleyeceğim; İbrahim öldü...." dedi.
Ali Kaypakkaya'nın birden bütün kanı çekildi. "anlayamadım..." diye kekeledi.


"oğlun öldü diyorum" diye sözünü yineledi Şükrü Olcay.

Ali Kaypakkaya şaşkın ve birden bembeyaz olmuş yüzü altından "neden ölsün benim oğlum, ölmez o..." diye karşılık verince... "öldü diyorum, işte öldü o..." diye kesip attı Şükrü Olcay.

Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yandan yutkunuyor bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra cebinden mektubunu çıkarıp "işte yazdığı mektup beni çağırıyor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor" diye bağırmaya başlamıştı.

Şükrü Olcay "intihar etti, oğlun intihar etti..." diye bağırarak karşılık verdi ona. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yüreğini dışarıya vuruyordu: "hayır, hayır oğlum öldürüldü, oğlumu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz..."

Odadakilerden birisi "sus, yoksa haddini bildiririz" diye kesti Ali Kaypakkaya'nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona.

Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle "verin benim cenazemi, ifadeniz mi neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin..." dedi.

İlkin "vermeyeceğiz, biz gömeriz" dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya "cenazemi vermezseniz bir adım gitmem" diye diretti.

Şükrü Olcay bu sıra beyaz gömlekli adama dönerek "şuna su verin" dedi. Ali Kaypakkaya "suyunuzu falan istemiyorum, oğlumun cenazesini istiyorum, onu dişimi tırnağıma takıp büyüttüm, bir gecekondum var, şimdi onu satıp oğluma harcayacağım, köyüme götüreceğim..." diye karşılık verdi.

Şükrü Olcay çevresindekilere "muamelesini yapın" deyip döndü ve çıktı odadan...''

Nihat Behram

13 Mayıs 2011 Cuma

iş dönüşü lakırdıları

ben bir yalnızlığın üstüne bir yalnızlık daha ekleyerek ebedi bir mutsuzluğu mabed edinip saklanamam. benim mutlu olmayı en azından " deneyecek " kadar kadim umutlarım var. gahi ağlar, gahi gülerim, gahi ölür gahi yaşarım dünya bir şekilde devam eder. sokağa inecek olursak aslına bakarsanız " bazen intiharı düşünmüyor değilim fakat götüm yemiyor " diyebilirim

sabah 9 akşam 8 mesailer üstlensem de ve hatta uyuduğumla, uyandığım bir olsa da yılda birkaç kez seğiren gözlerim var. en azından görmeyi beceriyor diyebiliriz, asaf halet çelebi putları devirenin hesabını ibrahimden sorduğundan beri para gelir umuduyla avcumun içi kaşınıyor. ve fakat hep cepten yiyoruz.

kaçak gürcü kemıl baksı oldukça lezzetli, şiddetle tavsiye ederim. yaz günleri yaklaşıyor fakat na-ekseri soğuklar gidip geliyor. bu şehrin bu havalarına vurgunum zaten bir de tokat'a mayıs aylarında düşen dolulara. bir türlü vazgeçemedim evkaftaki memuriyetimden çünkü henüz edinemedim, gözlerimi kapadım istanbul'da orhan veli'nin gözlerimden öpmesini bekliyorum.

" dünya bize aynısını anlatacak " açın satırlarını tek tek okuyun, gerçek olduğunu göreceksiniz. " yeniden dönmek gerekiyor kalanın yanına, şarkı söylemek için. " eski sevgiliden kalma şairleri sevmek aslında eski sevgilileri hatırlatmıyor, insan kurtulduğuna sevinebiliyor. kurtulmak diyorum çünkü sevgililer insanı hapseder.

iş dönüşü lakırdısı bittiğine göre iyi geceler diler, gözlerinizden öperim.



Simge ormanından
sütun ormanından çölün
geçirip şiiri
bana geldikleri yer
benim çok yakınımdaydı her sefer
Sami Baydar

10 Mayıs 2011 Salı

gitmek





herşey gitmek için kurgulanmıştı, tüketmek için, bitirmek için, dibini kazıyana kadar, ölene kadar, nesli tükenene kadar.

insanın kaderi miydi bu ? ölmek için yaşamıyor muyduk zaten, terketmek için seviyor ve bütün bunların içinde hayatta kalmak için birşeyleri katletmiyor muyduk?

insanın toplamı yalnızlıktır, ölümdür, kederdir daha fazlası değil. gitmek zorundayım kendimin olmadığı heryere.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

ispanyol çarşıları



ispanyol çarşıları içinde unuttuk uzun soluklu kalkınma planlarımızı. biz ezilendik, biz fakirdik etkilemiyordu bizleri gayri safi milli hasılanın artması. bol acıtasyonlu fotograf sergilerine duygu oldu yüzlerimiz, şu entellerin soğukkanlılığı yüzümüze vuruyordu, burnumuz buz kesiyordu. oysa bizim can havliyle atılmış taşlarımız, yumruklarımız ve sloganlarımız vardı. bir ordu nizamında fakat candan bir tepki düşün ki hiyerarşi yok, komut yok, güdüm yok; savaş var!

yıllardır varolan bir savaşa yok diyerek ne değiştirebildiler bilmiyorum, içimizdeki savaşı unutmadık ama sokaktakini unuttuk, gözle gördüklerimizi yok saydık! oysa o değil miydi ki " yapan kadar gören de, görüp de söylemeyen de suçludur " diyen. nasıl güzel tanrılar büyüttük, nasıl güzel besledik onları. umutsuzluğumuz umut oldu onlara, dur diyen adil bir tanrı da çıkmadı ortaya!yediler hominigırtlak, savurdular hoyratça ve bilmeden, ve günü kurtarmak için biz besledik onları! bir patos makinası kadar aç gözlü, bir o kadar çaresiz, bir o kadar ellerimize mahkum! ama bilemedik, tanıyamadık içimizdeki yılanı.

gelmiş karşıma milliyetimi soruyorsun, var mıdır ki ezilenin milliyeti. tamam kabul ediyorum en alttaki değilim ama onun acısını paylaşıyorum. gündelik şakaya vuruşlarımızı unut gitsin, biz nasıl zımparalandığımızı biliyoruz. taş olsak suyumuzu çıkarırlardı ki övünürüz "taşı sıksak suyunu çıkarırız" yalan(!) suyumuzu çıkarıyorlar, akıtıyorlar kanımızı oluk oluk.

hadi buna cinayet demiyelim, katliam dersek daha mı sosyal olur? düşün ki bir toplum bölük bölük ölü çocuklar doğuruyor, düşük yapıyor! iç kanamalar, kistler, miyonlar, çibanlar...

bir yanlışım dünyada, en az senin kadar* belki de daha fazlası. hadi ben öldüm diyelim, hadi sen öldün diyelim konuşuyor bu ölüler, direnebilir bu ölüler.

içimizdeki mermileri bir bir çıkarmanın zamanı gelmedi mi? açıktan konuşmak gerekir, dünya hergün kirlenir, görünmez bir el kirletir ve senin temizlemen gerekir. milyon yıldır temizlemiyorsun, milyon yıl da öl bakalım!

ispanyol çarşıları içinde unuttuk uzun soluklu kurtuluşları, kendi sokağımıza gelince hatırladık sokakların kana bulandığını. bir taşı aldık, içini oyduk bir dünya büyüttük bir noktadan fırlattık! tanrı bile şaşırdı yaptığımıza, çılgın projesi olan big bang çürümüştü artık çünkü ölmüştü tanrı da korkularıyla.

26 Nisan 2011 Salı

oysa hergün bir katliamdır

sırf şiirsel olsun diye devrik cümleler kuruyorsan, yüklem cümlenin herhangi bir yerine savrulabilir. 1. tekil kişiyle çekimlenmesi gereken fiil -lar eki alıyorsa kalabalıkta yalnızlaşabilirsin. bazen benim bu yalnızlıklarım çeneme vuruyor, dayanılmıyorum üstelik bir de pişkince rahatsız oluyorum.

huzur dediğin dedenin nasırlanmış, kırış kırış avuçlarının arasındaki bir edevat ve patosun doyumsuz gövdesine yem olacak bir bağ buğdaydır.

onunla beraber, benimle beraber bir eylül hüznüdür ki o vakit tasını, tarağını toplayamadan gidersin. arnavut şabana kalır köy, çöp bekire kalır. bir de gariple, dumana kalır.

anne saatlerinde, içilemeyen sigaraların
baba saatlerinde, açılamayan telefonların
kardeş saatlerinde, kalınamayan yalnızlıkların
darılmak gibi ciddi işleri olduğunu aklımızda tutalım.

gece kaşıntıları, fazla kiloları, hanım efendi olamamaları
hüzne bulandırılmış sevinç yaşları
şefkatle karışmış nifak tohumları
sevilemeyen erkekler yalnızlaştırır kadınları.

sabaha karşı 5'ler, yaz vakti 8'leri, ağustos 12'leri bunların hepsi düşman, hepsi birer iç hesaplaşma. içini gösteren aynalar hala icat edilemediyse de tecrübeyle dolan bir sihir kutun var.

düzken kıvırcık, kıvırcıkken düz olmasını istediğin saçları kazımakla meşguldüm az evvel. nükleer atıklı, biraz çernobilli biraz hiroşimalı, varlığı meclislerde kestirilemeyen ermeni katliamı "oysa hergün bir katliamdır " demekle gerçek olmaz mı?

şimdi git kırmızı bir oje al, kırmızı bir ruj al ve başla boyanmaya. ofis telaşlarımız var, pazarlama ihtiyaçları, topuklu ayakkabılar, mini etek, gömlek, kumaş pantolon, nizami işler, evde kocaya, işte patrona köle olmak var. evde bekleyen iki çocuk, zihinde bekleyen iki mutsuzluk bu katliam çorbasında " tuz, biber " olmak isteyen birtakım insanlar var.

bütün bu katliamlar " oysa hergün bir katliamdır " demekle gerçek olmaz mı?

23 Nisan 2011 Cumartesi

23 Nisan

Bugün 23 nisan, TMK mağduru birçok insan.

Çocuklara cinsel ve psikolojik istismar uygulayan sapık ruhlular ve çocuk katilleri dışarda hala. Hüseyin Üzmez hala dışarıda!

Çocukların önüne hala YGS gibi engeller konuyor, hala eşit, bilimsel ve parasız eğitim sağlanamıyor. Bir de yetmiyormuş gibi şifreler dağıtılıyor cemaatçilere.

Efe Boz'un ölümünün sorumluları hala cezalandırılmadı.

Doğu'da hala çocuklar öldürülüyor.

Çocuklar hala dileniyor, fuhuşa zorlanıyor, küçük kadınlar zorla evlendiriliyor para karşılığında.

Sokak çocukları, tinerci çocuklar var hala.

İçiniz kaldırıyorsa kutlu olsun 23 Nisan!

21 Nisan 2011 Perşembe

ve and olsun ki

Dışardan yeni geldim öyle bir bakınıyordum ne var ne yok diye http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=36927 bu uzantıdaki yazıyı okudum, düşündüm. Duygusal naneliklerin, samimiyetsiz üzülüyor-muş gibi yapmaların ötesinde kafam bozuldu gerçekten üzüldüm! Dışarıya çıkmamın sebebi de Hıdırellez Şenlikleri'nin rant kapısı haline getirilerek peşkeş çekilmesi üzerine örgütlediğimiz bir eylemdi.

İnsanlar genelde aşk gibi durumların acılarında kendini tarif edemez, ilginç bir melankoliye ve dışarı vurulamayan bir öfkeye aşktan ötürü sahiptir. Bu seferki böyle değil bir memleket yüzyıllardır kan ağlıyor bu beni öfkelendiriyor, kendimi tarif edemez hale getiriyor. Şayet uzantıdaki yazıyı okursanız en azından neden ötürü böyle olduğumu anlayabilirsiniz.

Üstüne üstlük bugün 18 yaşındaki bir çocuk polis kurşunuyla Bismil'de can verdi. İnsanlar yaşamak ve yaşatmak için ölüyor/öldürüyor, insanlık tarihinin en acı yanı değil de nedir bu? Habil-Kabil meselesi, Türk-Kürt meselesi, Alevi-Sunni meselesi, İngiliz-İrlandalı meselesi ve daha birçok mesele. İnsanlık yıllardır birbirini katletmeye doymadı, doyamıyor. Analar kalıyor geride, babasız çocuklar, eşsiz kadınlar ve kan ve vahşet dolu pis bir tarih kalıyor.

Bu savaşın, bu vahşetin kazananları, çıkar tarafları utanmıyor mu insanlığından!

Ve and olsun ki,
Hiçbir kurşun,
Hiçbir çelik,
Hiçbir toprak ve hiçbir vatan,
Daha kutsal değildir
İnsandan!

19 Nisan 2011 Salı

taşlar vs gaz bombaları

Hiçbir hükümet yetkilisi, devlet yetkilisi çıkıp da pişkin pişkin özür dilemesin ya da yaptığının arkasında durmasın. Ysk'nın kararı faşizmin doruk noktasıdır daha fazla ne kadar hırpalanmak/hırpalamak isteniyor bilemiyorum çünkü bunların gözü dönmüş başka da bir tarifi yok.

Bir yanda taşlar var diğer yanda gaz bombaları var, faili meçhuller var, yok saymalar var, 'yılan' ın başını ezmek var. Daha ötesi yoktur.

Halep oradaysa, arşın da aha tam burada. Fotograf taş ve gaz bombası kompozisyonudur kıyasa vurun, gerçeği görün.



Alevileri de, Kürtleri de diğer bütün etnik kökenlerdeki insanları da tek tek bertaraf etme derdinde bunlar daha başka bir tarif mümkün değildir.

90'ların o meşhur sloganını hatırlıyor musunuz?
Susma, Sustukça, Sıra Sana Gelecek

Faşist, Emek Düşmanı, Liboş : Ysk ve Akp Blogu

Başbakan Kürt Sorunu yoktur dedi sonra olanlar oldu... Bağımsız BDP milletvekili adaylarının, adaylıkları veto edildi.

Ysk-Akp birliliğiyle diktatörlüğe! Daha fazla ne kadar faşist olunabilinir ki? Tüm Türkiye'nin iradesi yok sayılıyor Kürt Halkıyla beraber.

Bunlar vatandaşın seçtiği milletvekilini içeri attıran, mecliste yuhalatan, dilini, dinini, ırkını ayırdeden birtakım faşist zihniyetli sermayenin köpekleridir. Neresine güvenebileceğiz, bunlara değil memleket tuvalet bile emanet edilmez.

Sırrı Süreyya Önder çok açık ve net konuştu : Fırıncıya söyleyin bundan sonra ekmek de vermesin !

16 Nisan 2011 Cumartesi

en güzellerimiz ölürken

en güzel yanımı 5 dakika önce çamaşır asarken katletmiştim, bundan önceki en güzel yanımı yemek yaparken, ondan öncekini banyoyu temizlerken, ondan öncekini tuvaleti fırçalarken, ondan öncekini hoyratça ağlarken, bu böyle devam ediyor eskiye doğru... ilk defa en güzel yanımı katlettiğimde o beni terketmişti, ilki öylesine aşk ve hüsran doluydu, öylesine kullanılmıştı, iyi de bir oyuncaktı.

yap-bozlar, legolar, oyuncak bebek sindiler ve onun aksesuarları, pamuktan prensesler, beyaz atlı prensler, çokoprensler, persler, tarih dersleri, okul müfredatı, cinsellik dersleri...anne baba uyarıları, aile efradı, akrabalar, arkadaş çevreleri bunları terkedeli epey oldu.

en güzellerimizi, en güzel kadınlarımızı bir erkeği severken kaybetmiştik.

en güzel çocuklarımızı okul sıralarında bir dersi öğrenirken kaybetmiştik.

en güzel annelerimizi bizi doğururken kaybetmiştik.

en güzel babalarımızı onlar savaştayken kaybetmiştik.

sen güzel sevdiklerimizi sever-mişçesine, yalnız-mışcasına kendimizi acındırırken kaybetmiştik.

bir söküğü dikmekti bir kadının en güzel yanı, en güzel yakın saflığıydı/dokunulmamışlığıydı, yaktığı ocakta, sevdikleriydi, sevenleriydi... sonra bir kadını bir adam gelip katletti, adına sevgi dedi, tanrı onu affetti. lilith öfkelendi, yıldırımlar düştü, tanrı lilithi lanetledi, adem havvayı istedi lilithi terketti. işte aşk o gün acıya dönüştü, dokunulmamayı hak kıldı. işte o günden beri kadın yalnızdı, havva geldiğinden beri müthiş derecede yalnızdı.

15 Nisan 2011 Cuma

cenabet

iç sesin dinginlik konçertosu

aşk yok
para yok
dert yok
sex yok
bok var

yokmuş gibi davranıyor
olmayan dertlere üzülüyor
olanları yok sayıyor
ayna etkili kelimeleri unutuyor
şarkılar hiç söylenmemiş gibi üşüşüyor-uz

bir iz
bir kalıntı
ve hiçbirinin anıları var

biraz kafa dağıtmalıyız
irem peşindeyiz
tümüyle şüphede
tümüyle cenabetiz

bence ıslık çalmalıyız

güzel cümlelerden
etkileyici noktalama işaretlerinden
ideolojik nota darbelerinden
-ayrı-
birşeyler söylemeliyiz
birşeyler çalmalıyız
birşeyler susmalıyız

8 Nisan 2011 Cuma

şiirimiz karadır abiler

“Şiirimiz karadır abiler”

“Şiirimiz her işi yapar abiler”

“Şiirimiz gül kurutur abiler”

“Şiirimiz erkek emzirir abiler”

“Şiirimiz mor külhanidir abiler”

“Şiirimiz kentten içeridir abiler”

Ece Ayhan

7 Nisan 2011 Perşembe

istasyon insanları

İşte
Isınmış parke yolun kokusu
Demek ki ben mutsuzum
Tuhaf bir su içmişim de sanki içim görünüyor

Gözlerim buzdan
İçimde yaz kırıkları.
Eklemek gerek

Büyümesi gibi bir salyongozun
Yıllarla değil, yıllarla değil
Saniyelerle kıvrılmıştır kabuğum.

Edip Cansever

2 Nisan 2011 Cumartesi

otobüs

küçük tanrıların ve küçük peygamberlerin dünyasında
kaybolan bir tanrıtanımazdım
öldüğüm zamanları iyi hatırlıyorum
ben hep güneşli havalarda öldüm
parçalı bulutlu zamanlarda makineye bağlı
yağmur yağdığında hayattaydım

tiksindirici
anahtar kelimeler ve etiketler
sıkıştırıldığımız dünya
zip arşivinden daha masum olamaz

tank ve panzerlerden oyun kuran çocuk
88 yıldır 8 yaşında
savaşçılık oynuyor elinde taşlarıyla

hiçbir yönetici kadar asil olamadım
sıradan ve bayalığın
cumhuriyet kaygılı vatancılığın içinde
ortasından yarılan bir körüklü otobüs yolcusuyum
çevre dostu otobüsler üretildiğinden bu yana
mertlik bozuldu, kirlendi dünya

bilinç altı masturbasyonu - II

I
oralarda biryerde
unutulmuşluğun adıydı bahar

II
miski amber, levhi mahfuz, kırılan kalem
şiddetli bir kompozisyon
yok
-muş
gibi davranan
bitlis'in yeşil elması
kızıl ve yeşil ırmakların dostluğu gibi
fırat ve dicle'nin karındaşlığı tadında yaşıyor
bir turuncu güneş

onu siz görmüyorsunuz
topraklarımı kaplayan nükleer tehlikeler
bir kesime hitap ediyor
ve fakat laleler boynunu büküyor
ibrahim müteferrika'dan kalan hızlı basım araçlarına
savaş açıyor modern dünya
ve intihar ediyor
modası geçmiş bir meyhane şarkısının notalarında

III
yağmurlu nisanların şirinliği
paçaların çamura bulanana dek sürüyor
daha fazla değil
oralarda biryerde unutulmuşluğun adıydı
bahar
haziran'a çıkmaz, ölüverir
bir başka nisanda dirilir

29 Mart 2011 Salı

klozetin üstünde hayat muhasebesi-II

bana acımayana ben niye acıyacaktım ki? isa'nın söylediği, muhammed'in söyledikleri ve diğerlerinin söyledikleri tamamiyle ahmakçaydı... yardır musa dedim olay çözüldü yanlış anlaşılma olmasın hazreti musa değil bizim musa, hayali arkadaşım piç musa. canımı yakanın canını alacaktım yeni misyonum buydu.

aşk halinde diye başlayan cümlelerin içine sıçayım mı? evet sıçmalıyım bence. cinsel organ içerikli küfürler edecektim lakin bugün canım hiç cinsiyetçi olmak istemiyor. yeri gelmişken kadına bayan, hatun, hanım diyen erkeklerin de alayını toplayıp kaynar kazanlara, yılanlı kuyulara atalım. belki kendi mitlerini yaratan birer yazar olur ve eğlenirler.

estetik anlayışınız, güzellik kavrayışınız, insanlık haliniz içler acısı gençler. insan kompleks bir varlıktır tek taraflı tanımlamayın insanları. bakın sorunlarım bu yazıyı okuyanlarla değil yalnızca milyonlarca insanla sorunlarım var benim yoksa yaşamak için savaşmazdım.

bir dostum dediydi ki yaşlıyla yaşlı, çocukla çocuk olunur da sosyalistle sosyalist, burjuvayla burjuva, kemalistle kemalist, dinciyle dinci olan adamdan korkacaksın. evet korkulur. koşarak uzaklaşın. insan dediğin kompleks bir varlıktır ama dansöz bir varlık değildir.

bir tanrı varsa ve bizi yaşamak savaşının içine atıp, birbirimizi ezerek yaşamda kalmamız gerektiğini söylüyorsa öyle tanrıyı da dinlerini de kurallarını da öpeceğim. bakın rtük kesmesin yayını sikeceğim demedim öpeceğim dedim.

takriben 21 yıldır süren dava hala bir çözüme ulaşamadı ama şu tanrı dediğiniz varlık muhtemelen beni cehenneminin en baş köşesine dikecektir. inadına nanik diyorum sevgili tanrı benim için bir zamanlar güzel bir ihtimaldin ve çok güzeldin. arada sığınmak için aramıyor değilim ama bu kadar fırsat eşitsizliği sunulmaz, kapitalizmden bile daha alçaksın. elini eteğini düzelt, bir çeki düzen ver. bak bak görüyon mu şimşeklerini çıkarttı fırlatacak. hop dedik dur orda kafamı yaracan tanrım. benden daha günahkarlar var bence dön evine.

26 Mart 2011 Cumartesi

pencereden kar geliyor II

gülmüyor, gülemiyordu alışkındı da bu duruma zaten. ayakları, elleri, burnu üşüyordu sanki kar yağıyor! yalnızlık dolusu otobüsler, minibüsler, bitmek bilmeyen yolculuklar ısıtılıp ısıtılıp yenilen ve hazmedilmeyen vedalar bunların hepsi üşümesi için yetiyordu.

dünyaya aşağılanmak, hor görülmek ve sevgisizlikle yoğrulmak için gönderildiğini düşünüyordu. bu sabah otobüste hiçbirşeyi değiştiremeyeceğini anladığında kahrından ölmek istedi o an ve eve geldiğinde matruşkasıyla göz göze geldiği 1 saniyede milyonlarca şey düşündü.

elektrikler gitti. yorganın altına girdi ne uyudu ne ağladı ne düşündü. tıpkı bir masa gibi tıpkı herhangi bir nesne gibi gerek duyulduğunda kullanılmayı bekliyordu. dünyanın nasıl kurtulacağını, öldürülen çocukları, gelecek kaygılarını ve birgün eğer çalışırsa ödeyeceği vergileri düşünmeden yalnızca bir nesne gibi kaskatı kesildi yorganın altında. diyordu ki kendi kendine ' yediklerimiz, içtiklerimiz, öptüklerimiz, sevip sevmediklerimiz ne işe yarıyordu. insan neydi neyle yaşar, neyle ölürdü '.

cevap alamıyordu, ağlayamıyordu üstelik hiçbir türkü de artık fayda etmiyordu. dünyasının iflas ettiği andı, o an. ve düşündü modern avadanlar içinde fırlatılamayan bir ev yapımı molotoftu, daha fazlası değil.

büyük bir mutsuzluk içindeyiz, büyük bir buhran. pencereden kar geliyor cihan, pencereyi kapat.

10 Mart 2011 Perşembe

kar ve caz

kadın yine her zamanki gibi evde birşeylerini unutup dönmüştü yarı yoldan. başka bir otobüse binip evine döndü unuttuğu şeyi alıp tekrar yola koyuldu. giydiği kot pantolon onu rahatsız ediyordu ama hava soğuktu ve onu soğuktan koruyabilecek başka bir pantolonu yoktu. yoksulluktan değildi ama yoktu işte. yavaş yavaş gün içinde aynı sokakları bir daha çiğnedi ve durağa geldi. kar şiddetle yağıyordu kadın otobüs bekliyor ve düşünüyordu. farketti ki her seferinde birşeylerini unutuyordu hep mutlaka birşeyler kalıyordu evde, tıpkı hayatındaki gibi hep birşeyleri eksik kalıyordu.( buradaki hayatındaki kelimesi yerine başka bir kelime bulunamadığı için kullanılmıştır ya da yazar da hep birşeyleri unutuyordur )

kadın gideceği yolları gitti, yürüdü, üşüdü yoruldu. varış noktasına geldiğinde kimsenin orda olmadığını farketti, lanet etti. tam 45 dakika arkadaşının gelmesini bekledi, dondu, üşüdü, sigara yaktı yine üşüdü. halbu ki hemen üst katta girip ısınabileceği bir yer vardı ama gidemedi, çekindi. düşünürken lanet etti yine. sözleşilen saatte gelmeyen insanlardan hoşlanmıyordu. sinirleniyordu neyse ki geçti zamanı. gereksiz ayrıntılar, saçmalamalarla geçti zaman ve gidecekleri yeni adrese doğru yol aldılar. yine beyoğlu geçiyordu hikayede, dönüp dolaşılıp tıkılan bir kürkçü dükkanı gibi. orası mı kürkçü dükkanı yoksa bizler birer tilkiyiz diye düşündü kadın.

o gece yalnızlığı yaşadı, dostluklarını düşündü. büyüklerin dediğine riayet etti gerçekten d e insanın 1 elin parmaklarını geçmeyecek kadar dostu ya olurdu ya olmazdı. işte hepsi buydu.

akşam oldu kadın yine yapması gerekenleri yaptı, şarkılarını söyledi sonra yola çıktı. eski sevgilisinden mesaj gelmişti ' sen gelene kadar ben donarım, ben gelene kadar sen donarsın '. unutmuş gibi yapıyordu onu evet aslında aramıyordu da onu. yokluğu birşey ifade etmiyordu çünkü kadına göre o çok bencildi. otobüse bindi ineceği durağa gelince indi. her taraf kardı, ağır ağır yürüdü karlı yolları. yürürken çıkan gıcırtıları ve sesleri seviyordu mutlu olmuştu. evine vardığında saat gecenin 2sine vuruyordu.

odasına geçti üstünü değiştirdi ve tabi kuzeni vardı yanında. kuzeninin olması ona rahatsızlık veriyordu onu sevmediğinden değil ama rahatsız ediciydi. düşündüklerini süzgeçten geçiremedi, kitap okuyamadı yazı yazamadı. herkes uyuduğunda bir caz şarkısı açtı, camdan baktı kar yağıyordu lapa lapa. bir sigara yaktı, şarkıyı kalbi pençelenmiş bir yaratığın acısıyla dinledi. şarapla bitmesi gereken geceyi sütle kapattı.

yattığında yalnızlığını düşündü ve mesaj atan eski sevgiliyi. sevgiliden kalan anıları, dışarıda yağan karı. yollarda aklına gelen cümleleri, kelimeleri. yazmak isteyip de yazamadığı hikayeleri. hep uzun soluklu niyetle başlayan yazmaların gereksiz ve beğenilmeyen cümlelerle devam edip aniden kesilmesine içleniyordu. kendine kızıyordu ama yine aynısını yaptı. birden tekrar kar geldi aklına fazla melankolikti o gece. umrunda değildi ama yalnızlaşıyordu gittikçe.

fakat yine de güzeldi herşey, kar ve caz kadar romantik. hiç kadar dolu.

5 Mart 2011 Cumartesi

klozetin üstünde hayat muhasebesi

sanırım bir rap şarkısında geçiyordu ' klozetin üstünde hayat muhasebesi ' çok karamsar ve yeraltıcı, çaresiz bir ruh hali olabilir bu ama hayat bazen sıçtıklarımıza eşit olabilir. insan hiçbir derdi yokken derdi varmış gibi davranabilir. şahsen 'derdi yoklar' kitlesinin bir parçası olmak isterdim. bir apaçi gibi hür olabilmeli insan.

resmi ideolojiydi, dindi, devletti, ailenin kutsallığıydı, bakirelik/bakirlik, okul telaşı, gelecek kaygısı, uygun sevgili/eş, düzgün çocuk yetiştirme, vatan sevgisiydi derken bir solukta geçiyor hayatımız farkında mısınız? daha önceki yazdıklarımda geçen siktir içerikli yazıları, ağır küfürleri ve nihilist yaklaşımlı yok saymaları kenara bırakırsak hayat bazen bize girenlerin tümü olarak da tarif edilebilir.


bayrampaşa'dan geçtin mi bilmiyorum ama ben oradaki çığlıkları hala duyabiliyorum. hatta belki de bir çığlık ben ekliyorum. sırrı süreyya önder muhteviyatlı ve charles manson nefretinde bir babam olsun çok isterdim.

yatmadan önceki hayat muhasebelerimi bu yolla yapıyorum hem oldukça da paylaşımcı oluyor. uykunun da bir nevi bokunun üstüne oturma durumu olduğunu da kabul edersek başlıkla sonuç uyumlu olacaktır.
iyi geceler, opt.,bye

3 Mart 2011 Perşembe

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü


Bütün kadınların 8 Mart'ı şimdiden kutlu olsun! 21. Yüzyılda 'çalışmak kadını özgürleştirir mi?' sorusunu sormamız gerekiyor. Patrialkal sistemde kadınlara biçilen rol nedir? Kadının yeri ev midir? Kadın çalışmalı mıdır? Bunları sorgulamamız toplumun temel yapısını oluşturan ailenin dinamosu olan Kadın için ileri bir adım niteliği taşımaktadır. Evde kocaya, işyerinde işverene, babaocağında babaya, abiye 'borçlu' sayılan kadının yeri neresidir? Kadın nedir, ne olmalıdır?

Herşey bir tarafa kadına giydirilen 'cinsellik' kadını sex objesi mi kılar? Kadının doğurganlığı başlı başına bir yeniden üretimci olduğunun bariz göstergesidir. Fakat doğurganlığı ona mecburiyet olarak dayatmak sağlıklı değildir. Sıkıntı duyduğumuz ve birçok emekçinin, alt gelir grubunun canını yakan kapitalizm kadının ve kadın emeğinin özgürleşmesiyle çözülebilir. Fakat yine toplum içinde kadını konumlandırırken nedense hep ikinci planda yer veriliyor.

Kadın ev içi alanda da yeniden üretici konumundadır. Fakat devletlerin bu konuda kadına güvence sağlayan bir girişimi, kanunu ya da projesi bulunmamaktır, varsa bile yetersiz kalmaktadır. Çalışma yaşamına atılan kadının yükü daha da artmakta bir de çocukları varsa vay haline!

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi kadına yönelik cinsel, bedensel ve psikolojik şiddet. Küçük yaşta ev kadınlığı görevini üstlenme, 'evinin kadını, çocuklarının anası ' olma misyonu kadını ezmiş ve aile içinde kadını bir başka açıyla da yalnızlaştırmıştır.

Kadın'ın ' sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta orospu olanı' değil! İsyan edeni makbuldür!

Tüm bu soruların ve sorunların çözüm bulacağı bir dünya ümidiyle tekrar tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!



Tarihçe

8 Mart 1857 tarihinde New York'ta 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polis işçilere saldırarak onları fabrikaya kitledi. Bunun ardından çıkan yangında işçiler fabrika önündeki barikatlar nedeniyle yangından kaçamadılar ve çoğu kadın olmak üzere 129 işçi can verdi.

1910 tarihinde Kopenhag'ta 2.Enternasyonale bağlı kadınların toplantısında Clara Zetkin'in önerisiyle 8 Mart 1857'deki yangında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak oybirliğiyle kabul edildi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Emekçi Kadınlar günü 1960'ların sonunda ABD'de de anılmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. BM Genel Kurulu 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasını kabul etti.

Türkiye'de ilk kez 1921 yılında kutlanmaya başlandı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl boyunca kutlama yapılamadı. 1984'ten itibaren her yıl kutlanmaya başlandı.


İlk Kadın Mizah Dergisi

8 Mart’ta dünyanın ilk kadın mizah dergisi yayın hayatına başlıyor. “Bayan Yanı” ismiyle çıkacak olan dergiyi hazırlamak için LeMan’ın kadın yazar-çizerleri kolları sıvadı. Derginin erkek çizerleri kenara çekildi ve LeMan’ın 8 Mart’a denk gelen bu haftaki sayısını çıkarmama kararı aldı.

Kötü kız, Ezik Hanım, Eşi Nadide, Tüpçü, Yaşam Koçu Afet Abla, Tuğçe gibi ünlü çizgi kahramanların yanı sıra Sıdıka’ da “Bayan Yanı”yla sıkı bir dönüş yapıyor.
Ramize Erer, Feyhan Güver, İpek Özsüslü, Gülay Batur, Andaç Gürsoy, Aslı Perker, Nurgül Kaan, Melda Okur, Duygu Sarı, Raziye İçoğlu, Meral Onat gibi isimlerin yer aldığı 20 kadın yazar-çizeri Bayan Yanı bir araya getirmiş.

tırnak izli münakaşa

tuvalette sigara içen insanlardan hep tiksindim bir de bardağın içinde sigara söndüren tiplerden. kurumlar vergisi beni ne kadar ilgilendiriyorsa o insanlar da o kadar ilgilendiriyordu.

kısa bir zaman önce asi kızları asmışlar, derilerini soymuşlar ve onlardan birer lüks çanta yapmışlardı. işte o zaman tanrıya ve onun kurallarına inanmaktan vazgeçmiştim. hem varsa bile bu kadar adaletsiz oluşundan ötürü onu affedemez ve ona biat edemezdim. hiç kusura bakmasın!

mart ayında yalnız gezen kediler kadar hüzünlü ve sancılı insanlar görüyorum. insanlara sesleniyorum ' sizin o sıçılmış dünyanız tam anlamıyla bir et pazarı!' kendinizi sergilemek ve pazarlamaktan başka yaptığınız hiçbir bok yok. bazı dangalak yazarlar, iyi bir yazar hikayeleri 3. kişi gözünden anlatabilendir demiş. kesin sesinizi lanet olası şekilci pislikler! en iyi yazar benim çünkü beni benden daha iyi hiçbir 3. kişi anlatamaz.

' ah benim kocaman sevgilim! seni seviyorum fakat ayaklarına kapanmamı bekliyorsan yanılıyorsun şimdi siktirolup gidebilirsin! çöp vergisi kadar kıymetin yok artık gözümde.düşümdeki adama benzemen canımı yaktığın sürece hiçbir anlam ifade etmiyor şimdi boynu bükükleri oynayabilirsin. '

dedi kadın ve birkaç tırnak izi bırakıp çekip gitti.

adam duyduklarına tepki vermedi, sokağa fırlattı kendini. ilk defa gece dışarda kalan adam, bulvar itlerinin olduğu köşeyi geçtikten sonra yığıldı. kalbi ilk çıktığı andaki gibi heyecanla atmıyordu kalbinin varolduğunu hissetti. ellerinin basit birer alet olmadığını ve beyin kıvrımlarının düşünmeye yaradığını farketti. mutlu olduğunu farketti, bir çığlık attı. uyandı, hayata döndü. kadını aradı, evine gitti, kadını ağzından öptü.

gerçeği gördü.

2 Mart 2011 Çarşamba

içten içe mektup

ekmek, çay ve zeytin kadar güzel olmasını istiyordum hayatın. basit ve leziz. kahvaltılarımı 12de yapmak ağır geliyordu artık değişmeliydi diyordum hayatım. sen yoksun diye ben bütün bu sokaklara küsmüş hiçbirini görmek istemez olmuştum. dün çıktım hepsiyle barıştım, otobüsleri talan ettim yine, fikrimi boşalttım seni düşündüm, unutmuş gibi yaptım.

'ben işemedim, miki işedi' şeklinde yalanlar söylemek istiyordum ve çocukluğu özlemenin hoş düşlere dalmaktan başka bir uğraş olmadığını da biliyordum. bir çay demledim, ilk defa şekersiz içtim bir sigara yaktım yetmedi üstüne bir tane daha yaktım. sorun değildi artık basit şeyler. bilirsin bazen o kadar dara düşersin ki herşeyi boşverip susmayı yeğlersin. insanlar yoruyor beni anlaşılmamak için birçok neden var.

'sahi sen ölünce bilyeler ne olacak' diye ölümün manasını bilmeyecek kadar çocuk soruları sorsaydın temiz olduğunu düşünebilirdim. biliyordun sen birçok şeyi, büyümüştün ve koca bir kadın olmuştun. kapitalizmden nefret ettiğini bildiğim gibi kendini sevmediğini de biliyordum. ağır sanayi işçisi gibi uyuşuk bir kafayla saatlerce gezdiğini, gezmelerin ardından odana kapanıp günlerce çıkmadığını, çok ağladığını ve çok türkü dinlediğini de biliyordum. ama ses çıkarmadım sen hala büyüyordun. öldürmeyen acılar güçlendiriyordu ama saflığın da gidiyordu.

geçen sene 'katil doğanlar' filmini izleyip seri katil olmayı düşünmüştün ama önümüz ilkbahardı, yazdı ve sen bu güzel mevsimleri mahpusta geçirecek kadar salak değildin, vazgeçtin. onun yerine düşüncelerini öldürdün, lanet olası bir dağıtım arabasının içine kendini tıkayıp saatlerce veri girişi yaptın. beyin damarlarının kendine ait olduğunu anladığında çoktan yaz bitmişti sen yine öldün.

ben bu bahar belki yine aşık olurum. çok istedim bu kış kar yağmasını yine beni hayal kırıklığına uğrattı çakal yağmadı. belki seninle kartopu savaşı yapabilirdik, bir içten bir hiçe atılan toplarla.aslında kar yağmadığı iyi oldu yoksa ben o topların içine taş yerleştirip, yüzünü kan içinde bırakabilirdim.

en içten sevgilerimle

Lümpen Kroleter

16 Şubat 2011 Çarşamba

leblebi ve kola

bazı insanlar geçmişin izlerini eşeleyerek, gidenlerin kalıntılarıyla beslenerek yaşamayı çok sever. sevmiyorum ben bunu sanki eskiden temizdik de şimdi kirlendik demek gibi birşey bu çirkin birşey. insanlar iyi veya kötü değildirler, gerçektirler. gerçeklikleri onları sevdirir ya da sevdirmez hepsi bu. eğer ki her ağzımız açıldığında herkes ayrı bir dünyadır diyorsak her dünyanın bir dengesi olduğunu da bilmemiz gerekir. yoksa lafla söylediklerimiz riyakarlıktan başka hiçbirşey değildir.


ben geçmişin izleriyle beslenmekten hep tiksindim, tükürdüğünü yalamak gibi birşey bu. çocukluğumu saklı tutuyorum yalnız bu durumdan, o güzeldi. çamurdan evler yapıyordum yani tanrı gibi çamurdan yaratıyordum kendime bir dünya. yamuk kanepeler, bacasız evler, yuvarlak kafalı insancıklar tabaklar ve çanaklar. üstelik 7 günde değil yalnızca 1 saatte.


insan çocukken değişiktir tıpkı ilkçağ insanları gibi dünyayı keşfeder onu şekillendirmeye çalışır. belki de bu isteği büyük büyük çooook çok eski atalarından miras kalmıştır bilemeyiz fakat çocuk merakı hep hoşuma gider. benim bazı çocuklar gibi atatürk orman çiftliği dondurmalı anılarım yok bunu fakir edebiyatı yapmak için söylemiyorum. benim arka bahçesi papatyayla dolu oyun mekanlarım vardı, ekmek ve domatesle yaptığımız çocuk pikniklerim vardı. beyaz kağıda sarılı oyuncak getiren bir babam vardı benim ve aldığı herşeyin en ekonomiğini almaya çalışan ve bizi hiçbirşeyden mahrum etmeyen bir annem. ve bütün elektronik eşyaları bozma yeteneği olan güzel bir kardeşim vardı. küçük ama güzel bir dünyam vardı yoksunlukları ve yoksullukları es geçiyorum onlar hayatın tuzu biberi.


eksiklikleri kanıksayarak geçen yıllar onlara kronik bir bağımlılık yaratmadı şükür ki bünyemde. en büyük başarım da bu oldu galiba. birşey bildiğim yok şu dünyada sadece olduğunu ve olduğumu sandıklarım var hepsi bu. düşünüyorum da annem ve babam kadar cesur olabilir miyim? yani bu dünyaya 2 çocuk getirebilir miyim cevabım belirsiz gibi hayıra daha yakın aslında.


böyle derinden başlayan bir yazıyı sonlandırmak çok güç, insan açıldıkça açılıyor. kısa ömürlere büyük dünyalar sığdırıyor büyük cesaretler üsleniyoruz. oysa hayat ishal olmak kadar kötü fakat ' kola ve leblebiyle ' geçiştirilebilecek kadar sıradışı.