24 Ağustos 2011 Çarşamba

mary and max





İnsan tüm çirkinliklerine, kusurlarına ve hatalarına rağmen kendini sevmelidir. Yaşamanın anlamsız geldiği zamanları her birimiz mutlaka hayatlarımızın bir dönemlerinde yaşamıyor muyuz?
Mesela yaşamayı seviyor musun deseler bana net bir cevap veremem. Bazen sorgulamıyor değilim neden yaşadığımı; o zamanlar birşeyleri değiştirmek için diyorum. Ve fakat öyle zamanlar oluyor ki değil birşeyleri değiştirmek yerimden kıpırdamak dahi istemiyorum. Eh tabi bu gibi durumlarda insan kendiyle çelişmiyor değil. Ama şunu unutmamak gerekir yaşadığımız sıkıntıları başka şekillerde diğer insanlar da yaşıyor. Önemli olan kendini sevmekle başlamak sonra diğerlerini de seviyorsun zaten.

Velhasılı bu kadar laf kalabalığı yaptım da. Bu aralar mutsuzluklar içersindeyim ne zaman böyle zamanlar yaşasam Mary and Max'i izliyorum. Çünkü mutlu ediyorlar beni. Bazen de Amelie'yi izliyorum ne yalan söyliyeyim. Acılar da mutluluklar da yaşamı anlamlandıran şeyler değil midir zaten? Kronik bir acı elbette herkesi yorar ama acı çekmek bazen insanı büyütüyor.

Mary and Max tüm sevip de kavuşamayanlara gelsin!







13 Ağustos 2011 Cumartesi

kendi ve diğerleri




Yalnızlığa o kadar çok alışmıştı ki hep kendiyle uğraşıyor kendine kusurlar buluyordu. Aşkı aramanın faydasız olduğunu asla mutlu olamayacağını değil de her zaman mutlu olamayacağını anlamıştı birkaç zaman önce. Kısa bir süre önce içki içmemeye karar vermiş, hayatında küçük devrimler yapmak için çaba sarfediyordu. Hayal kırıklıklarına rağmen dünyayı değiştirmeye ve her zaman gülümsemeye gücü oduğunu keşfetmişti; bu hoşuna gidiyordu ama çok da iyi bir şey değildi sanki… Güçlü kadınların güçsüz arkadaşları olur sözüne inanmaya başlamıştı yaşadıklarının toplamı bunu ortaya çıkarmıştı, hepsi bu. Daha önce kendini hep kendi ağzından anlatmıştı bu sefer üçüncü bir kişiyi konuşturuyordu, tek derdi kendine dışardan bakabilmekti.

Yüzünden belli belirsiz çilleri vardı, yaz gelince yüzünü işgal ediyorlardı tümüyle. Yazı biraz o yüzden sevmiyordu biraz da bunaltıcı buluyordu; kusurlarını ortaya döküyordu yaz bir de yalnızlığını deşifre ediyordu. Yol gitmeye, parasız gezmeye bıkmıştı, ne evde ne sokakta ne de diğer yerlerde anlaşılmayacağını biliyordu. Ve artık insanların onu kabul etmesini, sevmesini, saygı duymasını beklemiyordu. Her zamanki gibi biraz şarkı, biraz şiir, birkaç roman ve birkaç film vardı yanı başında. Onlar da anlamıyordu onu ama içlerinde kendinden bir şey buluyorlardı mutlaka.

En çok da insanların hep kendini anlatma ve kabul ettirme çabasından sıkılmıştı. Hep dinliyordu, dinlenmeyi bekliyordu ama hiç olmuyordu. Ses de çıkaramıyordu, susuyordu. Otobüslerdeki insanlardan, okuldakilere, evdekilere hemen heryerde herkese çıldırtıcı bir öfke besliyordu artık gerçekten çok sıkılmıştı. Evden ve hatta odasından bir adım atmaya gücü, takati kalmamıştı ve insanlar ısrarla onu biryerlerinden çekiştiriyordu. Kendi çelişkisinin de farkındaydı bir takım insanlar olmadan da yaşayamazdı ama birlikte yaşamanın daha “olur” bir yolu olmalıydı.

Herkes herşeyi biliyor, kendi bildiklerini ve kabullerini de kendisinden de istiyordu. Zavallıydılar ve zavallıydı, müthiş derecede kıstırılmıştı. Mukaddes bir mahrumiyetle aptal gözlerle bakıyordu dünyaya. Hayır bu melankoli değildi fazla bıkmış ve fazla usanmışlıktı. Herkes kendini anlatmak derdindeydi, hepsi bu.

Dünya yalnızca iki şeydi; kendisi ve diğerleri. Kitaplar bekliyordu bir de eski şarkılar. Gitmeliydi, herşeyden uzak olmalıydı ve dağınıklıklarını toplamalıydı. Kısa kısa veda ediyor, uzun uzun düşünüyor, kayboluyordu.

Yine de uçmalıydı, uzaklara gitmeliydi, hepsi bu.