94
yılının Temmuz ayında, sıcak bir akşam vakti, hayatımın
şimdiye kadarki bölümünü yaşadığım semte Esenyurt'a
taşınmıştık. Esasen babadan Kumkapılı olmakla birlikte sılamız
Orta Karadeniz'in güneyinde bozkıra çalan Tokat'tı. Yokluğun,
yoksulluğun bağrından gelip belki daha lüks bir yoksulluğun
ortasına düşmüştük. Bir şeyleri aşıyor, bir şeyleri geçiyor
ama yine de yoksul kalıyorduk. Herşeyden önce garibandık,
kendimizden ve kendimiz gibilerden başka kimsemiz de yoktu.
Birbirimize acımazdık, birbirimizi bilir ama anlamazdık.
4
yaşında bir çocuktum Esenyurt'a geldiğimde. Kapının bacanın
açık bırakıldığı, eski ahşap Ermeni evlerinin hakim olduğu,
eski kimliğini yitirmiş, ghettolaşmış Kumkapı'yı bırakmıştık.
Çayırın çimenin bol olduğu koca bir köyün, yokluğun yeri
aşındırdığı, eski arap mezarlığı rivayetlerinin döndüğü
bir yerdeydik; ıpıssızdık, yalnızdık. Makri Teyze'yi
bırakmıştık, Hase'yle Yeto'ya merhaba demiştik. Çocuk aklımla
bunları düşünemiyordum elbette, her şey bir kaç kare olarak
aklımda ve sokakların halleriyle... Velhasılı burayla büyüdüm
ben, bura da benle büyüdü. Paçamızdaki çamurdan tanınıyorduk.
Hiç unutmuyorum kardeşimin sünnetinde yollara mıcır dökmüşlerdi,
asfalt da gelecek diye çok sevinmiştik.
Bizim
bahar geldiğinde çimlerinde yuvarlanabildiğimiz tarlalarımız,
komşumuzun yetiştirdiği inekten sağılmış sütlerimiz, arka
bahçelerimizde yetiştirdiğimiz tavuklarımız ve dalabildiğimiz
ağaçlarımız vardı İstanbul'un bir köşesinde...Anarşist bir
semt miydik yoksa "yokluk bizi mecbur etmiş, gurbeti biz mi
yaratmıştık" bilmiyorum. (Büyüdükçe asileşiyordum,
kavgacıydım, okulda bilhassa erkek çocuklarıyla kavga ederdim,
biraz garip bir kız çocuğuydum.)
Asiliğimiz
dışarda kalışımızla mı ilgiliydi yoksa yaşadığımız semte
mi benziyorduk? Hıncımız birbirimize mi işliyordu yoksa nazımız
yalnız birbirimize mi geçiyordu? Bilmiyorum. Her varoşun kendine
munhasır halleri, kendine has raconu ve bir dili olur. Esenyurt
belli bir yerden sonra lümpen büyüdü her büyükşehir varoşu
gibi. Çünkü üzerimizde oynanan bir takım oyunlar vardı, komplo
değil ha yanlış anlaşılmasın. Korkuyorlardı bizden, korktukça
üstümüze oynuyorlar, plan yapıyorlardı plan! Nitekim kısmen de
olsa işledi planları, biz gardımızı iyi aldık diye düşünüyorum.
Alamayanlara üzülüyorum, o tutsaklıktan kaçacaklarına
inanıyorum. Nihayetinde gariban insanlardık ve bu garibanlık
geçmek bilmiyordu. Üzerimize sinmişti ve yıllarca gitmeyecekti,
ki gitmesindi zaten. Birbirimize tutunacak dalımız bir o kalmıştı.
Derken
zaman çabuk geçti, çok çabuk geçti, çok çabuk büyüdük, çok
çabuk eriştik. Çok çabuk daldan düşmekten korkuyorum. Aynı
sıralarda oturduğum, aynı sokaklarda
koşturduğum arkadaşlarımın çoğu evlendi, erkekler minibüs
şoförü oldu, kızlar evlenene kadar tekstilde çalıştı.
Ayrışmaya başladık, birbirimizi anlamamaya. Birbirimize
tutunacakken, başka şeylere sığınmaya, tanımadığımız
kişilere saklanmaya. Ama bizi aynılaştıran bazı şeyleri hiçbir
plan bozamazdı. Ek iş yapan, ev kapımızı boyayan, eve ekmek alan
babalarımız aynıydı bizim. Biz
vita kutularında çiçek yetiştiren, akan soba borularının altına
sek yoğurt kovasını telle yerleştiren annelerin çocuklarıyız.
Akıllı olacaksınız!
Yani
demem o ki Müslüm Baba'nın dediği gibi "yakarsa bu dünyayı
garipler yakar". Düşen başlarımız, çatılan kaşlarımız,
asileşen ruhlarımız birbirimize çatmaktan birgün vazgeçecek.
Bir gün varoşlardan sel olup, şehri istila edeceğiz. Birgün her
sokak 1 Mayıs alanı olacak, birgün tekstil atölyelerinden,
direksiyon başlarından, evlerimizden, kapalı ne varsa ne bizi
hapsediyorsa oradan dört bir yana akacağız. Haklı sebeplerimiz,
birbirimize omuz verecek gücümüz, birbirimizin derdine çare
olacak yüreğimiz var. O günün özlemiyle, bozkırın hüznüyle,
ghettonun arabeskiyle, öfkemizi isyan etmeye geleceğiz. İşte o
zaman korkun bizden!
27.04.2014 tarihinde Fraksiyon.org'ta yayınlanan yazımdır...
http://fraksiyon.org/korkun-bizden/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder